Diyognetus’ a Mektup
(II. yüzyılın sonu)
Çeviri: http://www.meryemana.net/
Hıristiyanlar “vücutlarında” yaşıyor, oysa vücutlarına göre değil. Yaşamlarını yeryüzünde sürdürürler, oysa uyrukları gökyüzüne aittir.
Hıristiyanlar, ne yerleşim alanı, ne dil, ne de yaşam alışkanlıkları ile diğer insanlardan ayrılmazlar. Nitekim, özel kentlerde yaşamıyorlar, acayip bir dil kullanmıyorlar, kendilerine özgü bir yaşam şekli sürdürmüyorlar. Öğretileri, yenilikleri seven insanlar tarafından derin düşünce ve araştırma yolu ile keşfedilmemiştir. Bazıları gibi de insanın türettiği felsefenin savunucusu değillerdir. Yunan veya barbar kentlerde, rasgele otururlar ve giysilerinde, gıdalarında ve yaşamlarında o yerin törelerini izlerler; fakat amaçlan şahane ve herkesin kabullendiği görüşle inanılmaz bir yaşam şeklidir. Kendi vatanlarında otururlar; ama yabancılar gibi; yasalara bağlı vatandaşların tüm faaliyetlerine katılır, tüm zorunlulukları kabul ederler; fakat geçici konuklar gibi. Her yabancı ülke vatanlarıdır ve her vatan onlar için yabancı bir ülkedir. Diğerleri gibi evlenirler; fakat çocuklarını sokağa atmazlar. Sofralarını paylaşırlar, yatakları değil.
Vücutlarında yaşarlar, oysa vücutlarına göre değil. Yaşamlarını yeryüzünde sürdürürler, oysa uyrukları gökyüzüne aittir. Yasalara itaat ederler, yaşam şekilleri ise yasalardan üstündür. Herkesi severler ve herkesin zulmüne uğrarlar. Tanınmazlar fakat yargılanırlar. Ölüme gönderilirler ve böylece yaşamı alırlar. Yoksuldurlar, fakat birçoklarını zengin ederler. Her şeyden yoksundurlar, fakat her şeyi fazlasıyla bulurlar. Hor görülürler ve bunda şanlarını elde ederler. Ünleri saldırıya uğrar ve bu ara adaletleri vurgulanır.
Hakarete uğrarlar, kendileri ise takdis ederler, onlara namussuzca davranılır, karşılığında saygı gösterirler. İyilik yapmalarına rağmen suçlu gibi cezalandırılırlar ve cezalandırıldıklarında yaşamı elde etmiş gibi mutlu olurlar. Yahudiler onlarla savaşırlar, yabancıymış gibi ve putperestler onlara eziyet ederler. Oysa onlardan nefret edenler, bu düşmanlıklarının nedenini açıklayamıyorlar.
Tek bir ifade ile vücutta ruh ne ise dünyada Hıristiyanlar aynı şeydir. Ruh, vücudun her uzvunda bulunur ve Hıristiyanlar dünyanın her kentine dağılmış haldeler. Ruh vücutta konaklıyor, oysa vücuttan türemiyor. Hıristiyanlar da bu dünyada konaklıyorlar, fakat bu dünyaya ait değiller. Görünmeyen ruh, görünen vücudun içine kapatıldığı gibi Hıristiyanlar da görünürde dünyada yaşamaktalar; oysa ki, Tann1ya gerçek tapınmaları görünmezdir.
Hiçbir haksızlığa hedef olmamasına karşın vücut nefretle saldırıp, ruha savaş ilan etmektedir. Çünkü ruh duyumsal zevklerden haz duymasını engelliyor; aynı şekilde dünya, onlardan hiçbir hakaret görmemesine karşın salt kötülüğe karşı geldikleri için Hıristiyanlardan nefret etmektedir.
Nasıl ki ruh nefret konusu olmakla birlikte vücuda ve uzuvları seviyorsa, aynı şekilde Hıristiyanlar onlardan nefret edenleri severler. Ruh vücudun içine kapatılmıştır; oysa o bu vücudu desteklemektedir. Hıristiyanlar da bir hapis örneği, dünyanın içine tutukludurlar; oysa ki, dünyayı taşıyan onlardır. Nasıl ki ölümsüz ruh ölümlü bir çadırda yaşıyorsa, aynı şekilde Hıristiyanlar bozulabilen şeyler arasında yolculuk eden yolcular gibidirler ve gökyüzünün bozulmazlığını beklemekteler.
Gıdalarda ve içkilerde eziyet gören ruh, daha iyi olur. Eziyetlerle karşılaşan Hıristiyanlar da her geçen gün ile çoğalırlar. Tanrı onları öylesine soylu bir yere yerleştirdi ki, orayı terk etmeleri uygun düşmez.
Allah, bize sabırla katlandı. Sevgisi ile günahlarımızı kendine mal etti. Fidyemizin ücreti olarak kendiliğinden Oğlu’nu verdi.
Gerçekten hiç bir insan ne Allah’ı görmüştür, ne de tanıtmıştır. O ise kendini açınlamıştır. Ve kendini, Allah’ı görmeğe tek yetkin olan inançta açınlanmıştır. Nitekim, evrenin Rabbi ve Yaratıcısı olan, her şeyi başlatan ve bir düzene göre ayarlayan Allah insanları sevmekle yetinmiyor, sabırlı davranıyor. O her zaman öyle olmuştur, öyledir ve olacaktır: sevgi dolu, iyi, hoşgörülü, vefalı; gerçekten iyi olan salt O’dur. Gönlünde yüce ve sözle anlatılamaz bir tasarı oluşturduğundan onu tek Oğluna bildiriyor.
Bilgeli planını giz içinde saklayıp koruduğu sürece, bizle ilgilenmediği, bizle uğraşmadığı sanıldı; oysa, sevgili Oğlu’nun aracılığı ile, başlangıçtan beri hazırlanmış olanları açıklayıp bildirdiğinde bizlere her şeyi bir arada sundu: ayrıcalıklarından yararlanmak, onları gözleyebilmek ve anlayabilmek gibi. Aramızda bu lütufları bekleyen var mı idi?
Oğlu ile birlikte her şeyi içinde hazırladıktan sonra, zamanı gelinceye dek, düzensiz duygulara kapılmamıza, zevkler ve ihtiraslarla sürüklenip doğru yoldan ayrılmamıza ve kararlarımızı izlememize izin verdi. Hiç kuşkusuz ki günahlarımızdan hoşlanmıyordu, sabırla karşılıyordu; haksızlıklarla dolu o dönemi onaylamıyordu, şimdiki adaletli çağı hazırlıyordu öyle ki, davranışlarımızdan dolayı açık şekilde yaşama layık olmadığımızı o zamanda kabul ettiğinde, merhameti sayesinde hak kazanabilelim ve kendi olanaklarımızla krallığına girebilmemizin olanaksız olduğunu gösterdikten sonra, gücü sayesinde bunu başarabilelim.
Haksızlığımız uç noktasına ulaştığında, bunun karşılığı ceza ve ölümden başka şey olamayacağı açıkça görüldüğünde ve Allah’ın sevgisini ve gücünü (ey Tanrı’nın Allah’ın sonsuz iyiliği ve sevgisi!) açıklamak için Allah’ın önceden seçtiği zaman geldiğinde de bizden nefret etmedi, bizi uzaklaştırmadı, öcünü almadı. Aksine, bize sabırla katlandı. Sevgisi ile günahlarımızı kendine mal etti. Fidyemizin ücreti olarak kendiliğinden Oğlu’nu verdi:
günahkarlara karşın azizi, kötülere karşı suçsuzu, haksızlar için adaletli olanı, bozulanlara bozulmayanı ve ölümlülere ölümsüzlüğü. O’nun adaletinden başka suçlarımızı ne silebilirdi ki? Şaşkın ve günahkar olan bizler adaleti, Allah’ın tek Oğlu’ndan başka, nerede bulabilirdik?
Ey tatlı değiş-tokuş! Ey sözle anlatılmayan yaradılış! Ey tahmin edilmeyen kazançlar bolluğu! Çokluğun haksızlığı tek bir haklı ile af ediliyor, tek bir kişinin adaleti çokluğun adaletsizliğini yok ediyor.