İç huzur hakkında
P. Victor : La Faurie ―Fransa― manastırı Başkeşişi
Fransızcadan Türkçeye tercüme eden Timur Sağlık
Aziz Serafim’in sözünü biliriz : « Sen iç huzurunu bulursan çok kişi de senin yanında huzur bulacaktır ». Bitmek tükenmek bilmeyen bir faaliyet (aktivizm) ve tüketim toplumunda yaşadığımız bu günlerde bu söz önemlidir. İyi niyetli olabiliriz, cömert olabiliriz fakat özellikle hep yapmak için çalışıyoruz. Oysa önemli olan, önce, olmak için çalışmaktır.
Nedir bu iç huzuru ? Huzur ya da barış dediğimizde aklımıza genelde iki şey gelir : devletler arasında savaş yoksa ve çevremizdeki insanlarla barış içindeysek kendimizi huzurlu hissederiz ―ki bu çok iyi ve olumlu bir durumdur. Ama rahatsız edilmek, rahatımızın kaçırılmasını istemediğimiz olumsuz tutumlarımız da olabilir : « Rahat bırak beni ! Sen kendi işine bak ! » Bir de üçüncü bir huzur ya da barış/barışıklık türü vardır ki « savaş yokluğundan değil, ruh gücünden kaynaklanan bir erdemdir ». Ve bir filozof, Spinoza tarafından çok güzel tanımlanmıştır. Erdem : « Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum » diye ilân ediyor İncil ve aramamız gereken esenliğin içimizde yerleşmesi gerektiğini ve « Işıklar Babası Tanrı’dan » kaynaklandığını belirtiyor. Aziz Yuhanna Hrisostomos’un (Altınağızlı Yuhanna’nın) litürjisi, « Yukarıdan gelen esenlik ve ruhlarımızın kurtuluşu için Rabb’e dua edelim » diyor.
Yukarıdan gelen ve insan yüreğine yerleşen bu esenlik elbette ki bir Lûtuftur, bize düşen, biz bağlı olan ise bu Lûtfu kabule hazır olup olmadığımızdır. Sinerji, insan çabasıyla İlâhî Lûtuf arasındaki karşılaşma budur : şakayla karışık, « Tanrı çalışır, insan terler » denebilir. İyi de bizde bu esenliğe engel olan ne var ?
Örneğin, Nissalı Gregorios gibi kilise babalarına bakacak olursak, görüyoruz ki Ruh’u almamız için gerekli olan yürek huzurunu esas olarak düşüncelerimiz bozuyor. Düşünce birkaç anlama çekilebilen, karma bir olgudur, çelişkilidir ; zira bir yandan Tanrı’nın insandaki izidir, ama aynı zamanda insanı Tanrı’dan ayırır.
Dua etmek istediğimizde, genellikle iki tür düşünce kafamıza üşüşür ve bizi belirli ayartılara çekmek ister : fantasmata ve logismos. Her ikisi de özel mücadele gerektirir.
« Fantasmata », Yunanca « belli belirsiz görüntü » anlamına gelir, dikkatimizi dağıtır ; derken, bir anımızı, bir endişemizi hatırlarız ; aklımıza işgal edici parazit düşünceler, görüntüler gelir.
Fakat bu dağınık düşüncelerden daha da beteri, kurnaz ve etkili biçimde uyanan, korkularımızdan, arzularımızdan, öfkelerimizden kaynaklanan ve içimizi âdeta heyecanla kaynatan düşüncelerdir : logismoi !
İşte o zaman, elimizden geldiği kadar ve İlâhî Lûtfu dilemeyi ihmal etmeden, Ruh’un gönlümüze inmesi için gerekli iç huzura kavuşma mücadelesine başlamalıyız.
Nasıl mı ?
Fantasmata anılarımızın yarattığı zihinsel görüntülerin yüzeye çıkmasından başka bir şey değildir. Hepimiz biliyoruz ki günümüz toplumunda her an, her dakika, her türlü görüntü, kanaat, reklam, propaganda… ile karşı karşıyayız. Bütün bu zihin işgalcilerini kafamızdan temizleyebilmeliyiz ; bunun için de duyularımızı, düşüncelerimizi bir tür oruca sokmak zorundayız. Yalnız kalma, bir köşeye çekilip derin düşünme (tefekkür) bu konuda yardımcıdır ; nasıl ki litürji de bizleri, ne kadar kandırıcı olursa olsun hiçbir şekilde Tanrı’ya götürmeyen bir dizi görüntü, heyecan ve izlenimden yıkar ve arındırır. Örneğin, zaman zaman, dünyadaki acılarla dayanışma içinde olmak, acı çeken insanlığı dualarımızla destekleyebilmek, dualarımızın daha içten olmasını sağlayabilmek için tüm dünyada olup bitenlerden haberdar olmamız gerektiği düşüncesine kapılabiliriz. Oysa Tanrı insanın neye ihtiyacı olduğunu, neyin acısını çektiğini biliyor. Yardımcı olabilmek için elbette ki insanları dinlemeliyiz ama bu, günlük yaşamda tüm olup bitenleri, en ufak olayları izlememiz gerektiği anlamına gelmez.
« Logismoi »’lere gelince… bunlar, bir yerde arzularımızdan yahut korkularımızdan kaynaklanan ve esas olarak kendi isteklerimize kenetlenmiş, kendimizi herşeyin merkezine yerleştirmemizden beslenen, kendi heyecanlarımız, bağlılıklarımız veya isyanlarımızdır. Bunlardan azar azar kurtulmak, bizi « Göklerdeki Babamız » duasının, İncil’in özünü oluşturan, « Gökte olduğu gibi yerde de Senin iraden olsun » cümlesini tam anlamıyla yaşamaya yaklaştırır.
Tanrı’nın iradesini Tanrı’nın emirleriyle bir tutarız ve bu bir anlamda doğrudur ; ne var ki genelde bunu ruhen olmaktan çok yasaya uymak için yaparız. Şunu anlamak önemlidir ki On Emir (Dekalog) ile Gerçek Mutluluklar arasında kökten bir bakış açısı farkı vardır : örneğin, « Öldürmeyeceksin » emri « Ne mutlu yumuşak huylu olanlara » şeklinde karşımıza çıkar [Dağdaki Vaaz]. Oysa yumuşak huyluluk sadece bazı kurallara uymaktan ibaret değildir, bir varoluş biçimidir. Bundan çıkarmamız gereken sonuç ise, bir hristiyan için On Emir salt bir ahlâk kuralları dizini değil, Tanrı’nın vasıflarının insana uyarlanmış betimlemesidir. İlâhî vasıfları kendi benliğimizde benimsemek ― Mesih’i eylemlerinde taklit için değil, Onun Ruhuna uygun şekilde hareket etmek, daha da iyisi Onun bizde eylemesine imkân vermek için ― : « Yaşayan ben değilim, bende yaşayan Mesih’tir ». İşte amaç budur.
Ancak, daha anlaşılmaz olan, Tanrı iradesi, yine de mevcut olandır. Zira hiçbir şey Onun mutlak kudretinden kaçamaz. Oysa gerçeği kabullenmek bizim için kolay değildir. Kabul etmek istemediğimiz bir gerçek vardır ama bir yandan da farkına varırız ki bu gerçeği kabul edemeyişimizin sebebi bizim kendi sınırlarımız, tutkularımız ve zaaflarımızdır ; bunun bilincine vardığımızda ise hissettiğimiz, vergi memurununki gibi gerçek bir pişmanlık değil, « nasıl bizim kadar iyi bir insan böylesine kötü şeyler yapabiliyor » türü bir memnuniyetsizliktir. İşte her türlü kaygı, suçluluk duygusu, vicdan azabı ve sonuçta isyan ve kendi kendini kabullenememe durumu da bundan kaynaklanır. Halbuki komşusunu kendi gibi sevebilmek kendine yeterince değer vermeyi gerektirir.
Demek ki gerçeği kendi zayıflığımızdan ötürü reddediyor olabiliriz, hattâ bunun böyle olduğunu da biliyor olabiliriz. Ama gerçeği tam bir vicdan rahatlığıyla, bu reddedişin bir erdem olduğunu düşünerek de reddediyor olabiliriz ! Bütün bu savaşları, felâketleri, sefaleti, insanların birbirini öldürmesi nasıl kabul edilebilir ? Hastalıklar, sakatlıklar, salgınlar nasıl kabul edilebilir..? Bütün bunlar gözümüze olmaması gereken şeyler gibi gözüküyor, oysa ! Sözkonusu olan, dünyadaki kötülükleri övmek değil, Mesih’in önerdiği barışın bizim anladığımız barış olmadığını kabul edebilmektir : « Savaş ve isyan haberleri duyunca telaşlanmayın. Önce bunların olması gerek. Ama son hemen gelmez…Bu olaylar gerçekleşmeye başlayınca doğrulun ve başlarınızı kaldırın. Çünkü kurtuluşunuz yakın demektir.» diyor İncil. Sevinmemizi gerektiren dünyadaki kötü şeyler değil elbette ; gerçek iyiliğin, gelecek Krallığın (Melekût), Tanrı’nın içimizdeki Krallığının yaklaşmakta olduğunun işaretleridir.
Bu perspektiften bakıldığında, insanî düzende kötülük vardır ama Aziz Kasianos’a göre, Ebediyet gözüyle, bu mutlak bir olumsuzluk anlamına gelmez. Sorun bir özgürleşme, arınma ve hazır olabilme sorunudur. Sürgüne gönderilmiş pek çok kişinin kendisini en çok sürgün koşullarında rahatlamış ve Tanrı’ya yakın hissettiğini söylediğini biliriz. Kabul etmek zorundayız ki bizim de « iç » yaşamımızı en derin, en zengin hissettiğimiz dönemler mutlak surette insan hayatımızın en mutlu dönemleriyle çakışmamaktadır. Sözkonusu olan, mazoşizm değildir, sade bir yaşamı kendi kendine eziyetle karıştırmak da değildir. Zaten kendi kendine eziyet ortodoks bakış açısından sapkınlığa yakındır. Sözkonusu olan, çıkabilecek güçlüklere ve problemlere rağmen, hayat yollarında karşılaşabileceğimiz acıların da iç durumumuzu bize gösterebilecek birer denektaşı olabileceğini bilmektir. Hayatta karşılaştığımız acılar o zaman bize mücadelelerimizin, başarısızlıklarımızın ve Tanrı’ya götüren yolda ilerleyişimizin vazgeçilmez sınavları olarak görünecektir.
Biz keşiş ve rahibeler için, ilâhî iradenin belki bir de üçüncü düzeyi vardır. Bazen Tanrı’nın hizmetine, bizden istediği hizmette bulunmak için mi yoksa kendi hizmet anlayışımızı tatmin için mi girdiğimizin tam farkına varamadan girmişizdir. Bazen de yaşamımızın herhangi bir ânında farkederiz ki mutlaka değerli, hattâ hayranlık verici ama salt kendimizden kaynaklanan bir ruhî proje geliştirmiş ve gerçekleştirmişizdir. İşte o an bir yıkım, iç mücadele, korkunç bir mutsuzluk ânı olabilir ve bizi ruhî bir buhrana sürükleyebilir… yine o an, Tanrı’nın bizi davet ettiği gerçek değişime başlayabileceğimiz an da olabilir.
Madem ki konumuz iç huzuru, sonuca varmak için şunu da hatırlayabiliriz : Mesih, Dirilişinden sonra öğrencilerine « bulundukları yerin kapıları kapalıyken » görünmüş ve « Size esenlik olsun ! » demişti. Tüm dünyasal ümitler, çıkış yolları kapanmış görünürken ve aklımız, hattâ ruhsal vizyonumuz bile bize yol göstermekten âciz kaldığında, bu yenilgi ve çâresizlik ânında, durumu Tanrı’nın iradesi olarak kabullenmeyi başarabilirsek, Mesih’in orada bulunduğunu ve umarsızlığımızın derinliklerinden nihayet bize « Sana esenlik olsun » dediğini duyabiliriz.