Fetihten sonra İstanbul’daki kiliseler
Semavi Eyice
İstanbul’un fethi arifesinde Bizans İmparatorluğu’nun merkezindeki kilise ve manastırların çoğu harap haldeydi. Hatta geceleri, Türk toplarının kara tarafındaki surları dövmesiyle açılan gedikleri kapatmaya çalışan Bizanslılar, dışarıdan taş sağlayamayınca harap Mokios Kilisesi’nin taşlarını surları örmekte kullanmışlardır.
Genel kanaatin aksine, fetihten hemen sonra çoğu kilisenin İslam ibadetine tahsis olunmadığı anlaşılıyor. Öteden beri şehrin en büyük kilisesi cami haline getirilirdi. Bu gelenek, fethedilen Hıristiyan şehirlerinin hemen çoğunda şaşmaz bir prensip olarak tatbik olunmuştur. Nitekim birçok şehir ve kasabalarda kale içindeki en büyük kilisenin cami haline getirildiği görülür. Bu usul üzere “Ulu Cami” mahiyetini alan Ayasofya’dan başka Fatih Sultan Mehmed, Cenevizlilerden aldığı San Domenico ve San Paolo Kilisesi’ni camiye çevirmiştir ki, bu bina sonraları Arap Camii adı ile şöhret bulmuştur.
Bursa’da bugün mevcut olmayan Hisar’daki Orhan Camii, İznik’te Ayasofya, Edirne’de izi bile kalmayan Ayasofya, Trabzon’da Ortahisar Camii, Antalya’da Güdük Minare denilen Cuma Camii (Korkut Camii), Silivri’de izi kalmayan Fatih, Enez’de Ayasofya, Amasra’da Fatih, Karadeniz Ereğlisi’nde Orhan, Atina’da Fatih Camii yapılan Parthenon Tapınağı, Budapeşte’de Budin’in Büyük Katedrali (Kanûni zamanında) akla gelen ilk örneklerdir.
- Mehmed ayrıca kendi adını taşıyacak külliyenin inşası bitinceye kadar kullanılmak üzere Pantepoptes ve Pantokrator manastırlarının kiliselerini de camiye çevirtmiş; adı meçhul -bir ihtimal Akataleptos- olan bir manastır kilisesini de Kalenderî dervişlerine tekke mescidi yaptırmıştır. Bu vakıflara ilişkin kayıtlar, Fatih Vakfiyelerinde görülmektedir. Bunlardan Pantepoptes Manastırı Kilisesi, Eski İmaret Camii; Atatürk Bulvarı’na hâkim bir noktada görülen ve 12. yüzyıla damgasını vuran Komnenos ailesi tarafından inşa ettirilmiş Pantokrator Manastırı’na bitişik 3 binadan oluşan kilise ise Zeyrek Kilise Camii olarak tanınmaktadır. (Bir Bizans uzmanının iddiasına göre, Eski İmaret Camii, Pantepoptes Manastırı olmayıp adı tespit edilemeyen başka bir manastırın kilisesidir. Bu Bizantologa göre, Pantepoptes Manastırı, Sultan Selim Camii’nin yerindeydi.)
Şehrin medrese ve tabhane-imaret (misafirhane) bakımından acil ihtiyaçları için tadil edilen bu binalar, zaten harap halde bulunan Havariyun Kilisesi’nin yıktırılarak yerine muhteşem Fatih Külliyesi’nin kurulmasına kadar vazife görmüş ve külliyenin yapılışından sonra mahalle camileri halinde kullanılarak günümüze kadar gelmişlerdir. Bu arada yanlarındaki manastır yapıları da yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Pantokrator Manastırı’nın 50 yataklı hastanesinin de izi kalmamıştır.
Fatih devrinde hiçbir devlet ileri geleninin mevcut kiliselerden birini cami veya mescit haline getirmeye heveslenmediği dikkat çeker. Yalnız Fatih’in hocası Molla Gürâni, biri Suriçi İstanbul’da, diğeri de Galata’da olmak üzere iki kiliseyi mescit haline getirmiştir ki, İstanbul’da olan, Vefa Kilise Camii adı ile hâlâ kullanılmaktadır. Ancak Galata’da bulunan ve Manastır Mescidi olarak adlandırılan diğerinin yeri bile belli değildir. Buna karşılık şehrin muhtelif yerlerindeki terk edilmiş ve çok küçük ölçüdeki bazı kilise ve manastır kalıntılarının fethe katılan üçüncü derecedeki askerî şahıslar tarafından veya onların namına (teberrüken) mescide çevrildikleri tespit edilmiştir. Bunlar arasında Balaban Ağa, Sekbanbaşı İbrahim Ağa, Sancaktar Hayreddin, Sekbanbaşı Ferhad Ağa, Mustafa Çavuş ve Kasım Ağa adlarına vakfedilen mescitleri saymak mümkündür.
Fatih’in sancaktarı Roma kilisesinde
1911’de yanmış olup 1932’de Laleli bölgesinin tanzimi sırasında ortadan kaldırılmış olan Balaban Ağa Mescidi yuvarlak bir binaydı. Bazı sanat tarihçileri bu yapının aslında Bizans döneminde bir kütüphane olabileceğini iddia etmişlerse de yıkılırken görüldüğü gibi altında mezarlar vardır, hatta bunlardan bir tanesinin 14. yüzyılı işaret ettiği görülmektedir. Atatürk Bulvarı kenarındaki arazi, 1942’de büyük apartman ve iş hanlarının yapılması için açılırken yıktırılan Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi, bir yangından sonra 19. yüzyılda Pertevniyal Valide Sultan tarafından ihya edilmişti. Aynı sırada yine bulvarın kenarında bulunduğu bilinen ve hakkında Bizans yapısından döndürüldüğüne dair bilgi olan Sekbanbaşı Ferhad Ağa Mescidi ise tamamen ortadan kalkmıştır. Samatya’da 1894 depreminden beri harap halde bulunan Sancaktar Mescidi, Fatih’in alemdarı adına yapılmıştır. Burası, anlaşıldığına göre, Bizans döneminde kiliseye dönüştürülmüş bir geç Roma dönemi binası idi. Sadece ana duvarları kalmış olan bu küçük yapı, Vakıflar İdaresi İstanbul şube başmimarı Fikret Çuhadaroğlu tarafından 1973-1975 yıllarında restore edilmiştir. Topkapı’da eski Otobüs Garı kenarında kalan (Ahmet Paşa Camii karşısında) Manastır Mescidi denilen küçük kilisenin vâkıfı olarak bilinen Mustafa Çavuş, yine Fatih devrine ait tanınmayan bir simadır.
Aynı şekilde, Karagümrük’te, 1894’ten beri yıkık duran Kasım Ağa Mescidi’nin de banisi meçhulümüzdür. Bu mescit, 1970’li yıllarda yeniden yapılırcasına onarımdan geçirilip ibadete açılmıştır. Bu listeye Şeyh Süleyman ve Toklu İbrahim Dede mescitleri ilave olunabilir. Fatih ile Zeyrek Camii arasındaki Şeyh Süleyman Mescidi, sekizgen planlı bir yapı olup esasında yakınındaki Pantokrator Manastırı’nın kütüphanesi olduğu ortaya atılmışsa da, bu iddianın yanlışlığı, yapılan bir araştırmada bir mezar odasına rastlanılmasıyla ortaya çıkmıştır. Ayvansaray surlarının iç tarafında olan ve 1928’de yıktırıldığı için uzun yıllar ayakta duran tek duvarı da bugün tamamen yıkılmış bulunan Toklu İbrahim Dede Mescidi, bu devrin iki velisinin hatıralarına yaptırılmıştır.
Öte yandan Fatih devrinde birçok manastır ve kilise, camiye çevrilmeyip Rumların elinde bırakılmıştır (Lips, Pammakaristos, Peribleptos, Petra, Moukhliotissa, Khora…). Bazıları Katoliklere (Santa Maria, Saint Nikola) verilmiş, şehrin merkezinde veya sarayın sınırları içinde kalanlar da ambar haline getirilmiştir. Nitekim sarayın etrafını çevirmek üzere inşa edilen Sur-i Sultanî’nin içinde ve sarayın ilk avlusunda kalan Aya İrini kilisesi İç Cebehane olarak sarayın silah ve mühimmat deposu yapılmıştır. Haliç kıyısında Cibali’deki Theodosia Kilisesi ise tersane ambarı olmuş, eski Sultanahmet Cezaevi ile Ayasofya arasında bulunan Khalke Kilisesi’nin bodrumuna sarayın vahşi hayvanları, yukarı katına da nakkaşlar yerleşmiş ve Arslanhane olarak tanınmıştır. Bu bina, Ayasofya’nın tamirini üstlenen mimar Fossati’nin burada Abdülmecid’in isteği üzerine büyük bir Darülfünûn inşa etmesiyle 19. yüzyılın başlarında tamamen ortadan kalkmıştır.
Hipodrom’un kenarında olan Hagia Euphemia Kilisesi baruthane haline getirilmiş ve 1490’larda yıldırım isabet ederek kubbesi havaya uçmuştur. İstanbul’da yangın yerlerinden çıkarılan toprağın yığılması sonucu kalıntıları bütünüyle toprak altında kalmış ve bu toprak 1937’lerde kazıldığında altındaki Euphemia Kilisesi’nin duvarlarında hâlâ fresko resimler bulunan bazı parçalar ortaya çıkmıştır. Kalıntılar Firuz Ağa Camii ile eski İstanbul Adliye Sarayı arasındaki sahada görülmektedir. Fatih Camii civarında Canalıcı Kilisesi denilen büyük bir bina da geçen yüzyılın ortalarına kadar ambar olarak kullanılmıştır.
- Bayezid kiliseleri dervişlere veriyor
Fatih devrinde cami veya mescide çevrilmemiş belli başlı kiliseler II. Bayezid (1481-1512) devrinde devlet ileri gelenleri tarafından İslam ibadetine tahsis edilmiştir. Büyük Andreas Manastırı, Koca Mustafa Paşa tarafından kendi adına cami haline getirilmiş olup Ayvansaray’daki diğer bir kilisenin de aynı Paşa tarafından Atik Mustafa Paşa Camii adıyla camiye çevrildiği tahmin edilmektedir. Laleli’deki eski Myralaion Manastırı Kilisesi’ni Mesih Paşa (Bodrum Camii), Yenibahçe’de Lips Manastırı Kilisesi’ni Fenârizade Alâeddin Ali Efendi (Fenâri İsa Camii), Kadırga limanında Sergios ve Bakhos Kilisesi’ni Kapıağası Hüseyin Ağa (Küçük Ayasofya), Edirnekapı’da Khora Manastırı Kilisesi’ni Atik Ali Paşa (Kariye Camii), Yedikule’de Studios Manastırı Kilisesi’ni Mirahor İlyas Bey (İmrahor Camii), Khalkoprateia Kilisesi’ni Lala Hayreddin (Acem Ağa Mescidi) cami haline getirmiştir.
- Bayezid’e “Velî” lakabının verilmesine yol açan, fethedilen toprakların Türkleştirilmesi ve İslâmlaştırılması politikası böylece bariz bir örneği ortaya koymaktadır. Cami haline getirilen kiliselerin çoğunun, aslında ve başlangıçta şehirli dervişlere ve tarikat mensuplarına zaviye olarak tahsis edilmesi de Bayezid devrinin, kültür tarihi açısından kayda değer bir özelliğidir.
Nitekim Fenari İsa Camii olan bina bir tekkenin eki olarak kurulmuştu. Camiye verilen “İsa” adı ise bu tekkenin ilk şeyhine aittir. Koca Mustafa Paşa Camii de aslında Halvetî tarikatının bir kolu olan ve Sünbül Sinan tarafından kurulan bir tarikin merkezidir. Bugün burası, önemli ziyaret yerleri içerisinde kabul edilir. İmrahor Camii ise önemli bir tekke olarak kalmış, 18. yüzyılda bir yangından ciddi şekilde zarar gördükten sonra ihya edilmiş, 1908-1909 yıllarında çatısı çöktükten sonra bir daha onarılamamıştır. Bugün sadece ana duvarları ayakta duran bir harabe halindedir.
Bizans kaynaklarında adı sık geçen Khalkoprateia Meryem Kilisesi, Sirkeci’de Alemdar Yokuşu başında, Zeynep Sultan Camii’nin hemen yanındaydı. Bu kilisede Türk devrine intikal etmiş olan mihrap kısmından küçük bir parça, II. Bayezid döneminin başlarında Lala Hayreddin adında biri tarafından mescide çevrilmiştir. Acem Ağa Mescidi de denilen bu ibadethane, 1938’de yanında daha büyük bir cami olduğu için boşaltılıp kiremidine kadar satıldıktan sonra yalnızca duvarları bırakılmıştır; bugün sadece mihrap duvarları ayaktadır.
Kariye Camii, içinde mozaik ve fresko resimler bulunması bakımından İstanbul’un önemli tarihi yapılarından sayıldığı için ibadete kapatılıp Müzeler İdaresi’ne devredilmiştir. Bu mozaikler içinde Hz. İsa ile Hz. Meryem’in hayatlarından kesitler dışında, 14. yüzyılda kilisenin tamirini sağlayan Theodoros Metokhites’in Hz. İsa’ya kilisenin bir modelini sunarken tasvir edildiği portresi görülür. Bitişiğinde ek bir kanat vardır ki, burada gayet büyük cennet-cehennem sahneleri dikkat çeker.
Kiliseden çevrildikten sonra binaların içinde ciddi değişikliklere gidilmemiş, yalnız Fenari İsa Camii’nde Türk üslubunda önemli ölçüde değişiklik meydana getirilmiştir. Küçük Ayasofya ile Koca Mustafa Paşa camilerinde ise klasik Türk mimari üslubunda dış cephelerine birer revaklı son cemaat yeri eklenmiştir.
Bu devirden sonra diğer terk edilmiş veya henüz sağlam olan kiliselerin mescit veya cami haline getirilmeleri, içinde bulundukları mahallelerin Türklerle iskân edilmesine paralel olarak ilerlemiştir. Kanunî zamanında Kaptan-ı Derya Sinan Paşa tarafından Fener’de mescit haline getirilen Kızılmescit ile Cerrahpaşa’da Hadım İbrahim Paşa’nın vakfettiği İsa Kapısı Mescidi, aslında iki eski küçük kilisedir. Her ikisi de harap halde olup kaybolmak üzeredir.
- Selim zamanında o vakte kadar tersane ambarı olarak kullanılan Cibali’deki önce Theodosia, sonra Ayia Euphemia Kilisesi olan bina, Gül Camii adıyla cami yapılmış olup kubbelidir. Ancak 1555’e doğru Melchior Lorichs adındaki Alman ressam tarafından meydana getirilen Büyük İstanbul Panoraması’nda Gül Camii çatılı olarak görülmektedir. Bundan çıkardığımız sonuca göre bina, Bizans devrinden bize üstü açık olarak geçmişken, çatı ile kapatılarak bir süre kullanılmış ve Alman ressamın panoramasına bu şekliyle girmiş, sonraları henüz klasik mimarinin hâkim olduğu dönemde bugün görülen kubbesi, yan duvarları ve sütunları ile Türk üslubunda ihya edilmiştir.
III. Murad zamanında, Patrikhane vazifesi gören Pammakaristos Manastırı tahliye ettirilerek Fethiye Camii olmuş (1591), yanındaki Troullo Manastırı Kilisesi de 1596’ya doğru Hırami Ahmet Paşa Mescidi adını almıştır.
Cami yapma süreci nasıl sona erdi?
1475’te Fatih tarafından Kırım’ın Kefe şehrinden İstanbul’a getirilen Katolik Ermeniler ile Latinlere bırakılan ikisinin 17. yüzyılın ortasına doğru mescit haline sokulmasıyla Bizans kiliselerinin İslam mabedine çevrilme muamelesi sona ermiştir. Karagümrük’te birbirine yakın bu iki küçük kilise binası, IV. Murad devrinde artık etraflarında hemen hiçbir Hıristiyan kalmaması yüzünden harap hale gelmiştir. Biri Kefeli Camii (1626), diğeri de Kemankeş Mustafa Paşa tarafından vakfedilerek Odalar Camii (1640) adını almıştır. Herhalde vaktiyle büyük bir manastırın yemekhanesi olan Kefeli Camii halen ayaktadır.
Tahminen onunla aynı manastırın parçası olan Odalar Camii ise Salma Tomruk yangınında yanmış ve bir daha ihya edilememiştir. Küçük hücreler halinde birtakım odacıklar üstünde bulunan garip mimarili bu eser, yakın tarihlere kadar harabe halde duruyordu. Hatta içinde ve bilhassa altındaki odacıklarda birkaç tabaka halinde fresko resimlere de rastlanmıştı. Maalesef bu ilgi çekici tarihî eserin harabesi koruma altına alınmadığı için bütünüyle yok olmuştur.
Bizans kiliselerinden adı meçhul bir bina Boğdan voyvodalarına tahsis edilmiş, Samatya’da Peribleptos Kilisesi Ermenilerin, Fener’de Moukhliotissa ile Heybeliada’da Panaghia ve Samatya’da Kyparissio kiliseleri ise Rumların elinde kalmıştır. Bugün belirgin bir izleri kalmayan, hatta yerleri bile bilinmeyen diğer birkaç cami ve mescidin (Arabacı Bayezid, Baruthane, Haydarhane, Etyemez Tekkesi, Hamza Paşa…) asıllarının kilise olduğuna dair kayıtlar varsa da, doğruluğunu kontrol imkânı kalmamıştır. Yalnız Şeyh Murad Mescidi’nin harap halde 1860-1870 yıllarında çekilmiş bir fotoğrafı bulunmuştur. Bu fotoğrafa dayanmak suretiyle binanın mimarisi tahminen çizilmiştir.
Camiye çevrilen en son Bizans yapısı ise Şüheda Mescidi’dir. İstanbul camileri hakkındaki ana kaynak olan Ayvansaraylı Hüseyin Efendi’nin Hadikatü’l-Cevami’sinde (1780) kiliseden çevrilmiş olarak gösterilen Şüheda Mescidi’nin, Karagümrük dolaylarında I. Ahmed’in haremi Canfeda Hatun’un infakı Kethuda Kadın Camii yakınında olduğu belirtilir. Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi tarafından IV. Murad döneminde mescide çevrilmiş, Şeyhülislam’ın Padişah’ın gazabına uğrayarak idam edilmesi üzerine Şühedâ Mescidi diye anılmıştır.
Türklerin fethettikleri topraklarda kalmış olan çeşitli dinî yapılara halk tarafından el konulamadığından “şenlendirme” politikası takip edilmiştir. Sahipsiz bırakılmış bir dinî yapı, kendiliğinden yıkılıncaya kadar ortada bırakılamayacağından “şenlendirme” politikası gereği vakıf yapılarak cami ve mescide çevrilmesi uygun görülmüş ve desteklenmiştir.
İstanbul’daki Bizans kiliselerinin fetihten sonraki encamını ortaya koyan bu küçük istatistik, eski Türk medeniyetinin, kendinden önceki bir medeniyetin eserlerine karşı tutumunu göstermesi bakımından düşündürücüdür.
Ve kayıp kiliseler…
İstanbul’da pek az eski kilise, hiçbir suretle işe yaramaz durumda olduğundan veya çevrelerinde cami haline getirilmelerini gerektirecek meskûn bir saha bulunmadığından harabe halinde kalmış ve zamanla ortadan kaybolmuştur.
Haliç kıyısında, Cibali yakınında bulunan Ağakapısı’ndaki çok küçük bir şapel ve Koca Mustafa Paşa semtinde, ana cadde kenarında bulunan ve azizlerden Karpos ve Babilas’ın kutsal kalıntılarının korunduğu kilisenin altyapısı olduğu ileri sürülen yuvarlak yapı (Martyrion), ayakta oldukları halde hiçbir surette kullanılmamıştır. Buna karşılık bazı kiliseler zamanla harap olarak toprak altında kalmış olup kazılarda kalıntıları ortaya çıkmaktadır. Nitekim İstanbul Üniversitesi’nin Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda yaptığı bir kazıda bir kilise altyapısı bulunmuştur. Fransızlar İstanbul’un işgali sırasındaki (1918-1923) kazılarında Topkapı Sarayı’nın bulunduğu tepenin Marmara eteğinde, demiryolunun hemen yanında Soteros, Ayia Georgios kiliseleri ile Yol Gösterici Meryem (Hodegetria) Ziyaret Kilisesi’nin mermerden yapılmış altıgen ayazma havuzunu meydana çıkarmışlardı. Son yıllarda da imparatorluk sarayının Marmara sahiline yakın bir yerinde (demiryolunun hemen yanında) Pharos (Fener) Meryemi Kilisesi’nin kalıntısı da bulunmuştur. 6. yüzyılın başlarında Saraçhane’de Prenses Juliana Anicia tarafından yaptırıldığı bilinen Büyük Aziz Polieuktos Kilisesi’nin daha Bizans Çağı’nın ortalarında yıkılmış olduğu ve zengin mimari işlemeli mermer parçalarının 4. Haçlı Ordusu şövalyeleri tarafından Venedik’e taşındığı (1203-1204) anlaşılmıştır. Aynı parçaların benzerleri, yakın tarihlerde Şehzadebaşı’nda, Atatürk Bulvarı kenarında bulunmuştur. Laleli’de 1950’lere doğru Edebiyat Fakültesi binası yapılırken bulunan Bizans kilisesi ve kalıntıları ise ortadan kaldırılmıştır.