Bir Rus Gezgincinin Anıları
Yazar: Çeviren: Dominik Pamir
DÖRDÜNCÜ ANLATI
Benim için Allah’a yaklaşmak kendi iyiliğimdir; Umudumu Rabbe bağladım (Mez. 73, 28).
Yeniden tinsel rehberime görmeye giderken “İnsan önerir, ancak Allah düzenler” Rus atasözünün ne kadar da doğru olduğunu düşünüyordum. Hemen bugün kutsal kent Kudüs’e doğru yola çıkmayı planlamıştım. Ne var ki hiç de planladığım gibi olmadı, beklenmedik bir olay beni iki üç gün daha orada alıkoydu. Sizi görerek bu durumu haber vermekten başka çarem yoktu; öğüt almak ve ne yapmam gerektiğini öğrenmek istedim.
Herkesle vedalaştıktan sonra Allah’ın yardımıyla yeniden yola düzüldüm. Kentin dışına çıkmak üzereydim ki son evin kapısında üç yıldır görmediğim gezginci bir arkadaşa rastladım. Selamlaştık. Nereye gittiğimi sordu. Ona:
– Allah isterse Kudüs’e – dedim.
– Öyle mi! Burada sana yol arkadaşlığı yapacak iyi biri var.
– Sağ ol, yanıma hiçbir vakit yol arkadaşı almadığımı bilirsin. Hep yalnız dolaşmaya alıştım – dedim
– Dinle beni biraz. Bu adam tam sana göre. İkiniz için de her şeyin yolunda gideceğine eminim. İşçi olarak girdiğim bu evin sahibinin babası hacı olmak için Kudüs’e gitmek istiyor. Emin ol sana hiçbir sorun çıkarmayacaktır. Buralı bir tüccar. Tonton bir ihtiyar, üstelik tamamen sağır. Ne kadar bağırırsan bağır bir şey duymaz. Ondan bir şey istemek zorunda kalırsan bir kâğıt parçasına yazmalısın. Daima sessizdir, yolda canını sıkmaz. Ancak yolculuk sırasında ona gerekli olacaksın. Oğlu ona Odessa’da satmak üzere bir atla araba veriyor. Ne var ki ihtiyar yayan yürümek istiyor. Yükünü ve İsa’nın mezarına götürdüğü birkaç parça değerli eşyayı arabaya koyarsınız. Sen de heybeni koyarsın. İyi düşün. Tamamen sağır, yaşlı bir adamı böyle bir yolculukta tek başına bırakmak doğru olur mu? Her yerde bir kılavuz aradık, çok para istiyorlar. Sonra herkese de güvenemezsin ki. Adamın yanında parası ve değerli eşyaları var dostum. Kabul et, kuşkusuz iyi olacaktır. Allah’ın şanı ve hemcinsine duyduğun sevgi adına kabul et. Evdekilere sana kefil olduğumu söyleyeceğim. Buna çok sevineceklerdir. Dürüst insanlardır, beni de severler. İki yıldır yanlarındayım.
Bunları kapının önünde konuştuktan sonra beni patronunun evine soktu, saygıdeğer bir aile olduğunu gözlemledim ve öneriyi kabul ettim. Allah isterse Noel’den iki gün sonra ayine katıldıktan sonra gitmeye karar verdik.
İşte, yaşam yolunda karşımıza çıkan hiç beklemediğimiz olaylar. Ne var ki Kitapta yazdığı gibi “Sizdeki isteği ve isteğinizi yerine getirmeyi gerçekleştiren Allah’ın kendisidir” (Fil. 2,13). Planlarımız ve yaptıklarımız Allah tarafından sevk ve idare edilmektedir.
Tinsel rehberim beni sonuna kadar dinledikten sonra bana:
– Sevgili dostum, kısa bir aradan sonra seni yeniden gördüğüm için sevindim. Şimdilik serbest olduğuna göre seni bir süre yanımda alıkoyacağım, sen de bana başıboş dolaşmalarında karşılaştığın olaylardan bazılarını anlatırsın. Anlattıklarını hep zevkle dinlemişimdir.
– Memnuniyetle anlatırım – dedim ve anlatmaya başladım. Başımdan hem iyi hem kötü pek çok olay geçti. Hepsini anlatacak değilim. Hem zaten birçoğunu unuttum bile. Sadece uyuşuk ruhuma dua etmesini sağlayan olayları aklımda tuttum. Öteki olayları ise çok seyrek olarak yeniden kafada canlandırmaya çalıştım ya da daha doğrusu havari Pavlus’un dediği gibi “Geride kalan her şeyi unutup ileride olanlara uzanarak doğruca hedefe doğru koşuyorum” (Fil. 3,3). Geçmişi unutmaya çalıştım. Çok mutlu staretsim de bana yürek duasına karşı engellerle hem sağda hem de solda karşılaşabilirsin diyordu. Yani kötü düşman, ruhu, dua etmekten boş düşüncelerle ya da terbiyesiz hayallerle vazgeçiremezse bu defa da aklına iyi ve yapıcı düşünceler sokarak katlanamadığı bu duadan vazgeçirmeye çalışır. Buna sağdan gelen sapma denir: Ruh, Allah’la konuşmayı hor görerek kendi kendisiyle ya da yaratıklarla konuşmaya girer. Bana şu noktayı da öğretti: Dua ederken ne kadar iyi, ne kadar yüce olursa olsun, hiçbir düşünceyi aklına sokmamaksın. Gün bitiminde yapıcı ilişkilere ve meditasyona arı ve salt yürek duasından daha çok zaman ayırdığını fark edersen bunu bir ihtiyatsızlık ya da bencil tinsel bir açgözlülük olarak görmelisin. Özellikle duaya ayıracakları zamanın diğer dinsel faaliyetlere ayrılacak zamandan daha çok olması gereken yeni başlayan kimselerde.
Ne yazık ki insan her şeyi unutamıyor. Bazı anılar bellekte derin izler bırakıyor. Bu anıları kafamızda canlandırmaya çalışmazsak bile canlılıklarını yitirtiliyorlar. Örneğin, Allah’ın yanlarında birkaç gün geçirmeme izin verdiği bir dindar aile aklımdan çıkmaz.
Tobolsk eyaletini baştanbaşa geçerken günün birinde bir kasabaya geldim. Çok az kuru ekmeğim kalmıştı. Yol için ekmek rica etmek amacıyla evin birine girdim. Evin sahibi bana:
– Tam zamanında geldin, karım ekmekleri fırından yeni çıkardı. Al şu sıcak ekmeği ve bizler için hayır dua et. Teşekkür ettikten sonra ekmeği heybeme koydum. Bana bakan evin hanımı:
– Heyben epey eskiymiş. Her yanı yırtık pırtık. Sana başka bir heybe vereyim.
Böyle söyledikten sonra bana sağlam, iyi cins bir heybe verdi. En içten duygularımla teşekkür ettikten sonra yoluma devam ettim. Kasaba çıkışında bir bakkaldan biraz tuz istedim. Bakkal bana bir torbacık tuz verdi. Bütün bunlara çok sevinmiştim. Böylesine iyi kimselere rastladığım için Allah’a şükrettim.
Kendi kendime:
– Artık bir hafta rahatsın. Kaygı duymadan uyuyabilirsin – dedim. Ruhumla Rabbe şükrettim.
Kentten beş verst ötede görünümü pek zengin olmayan bir köye rastladım. Küçük, ahşap bir kilisesi vardı. Dıştan boyanmış ve güzelce dekore edilmişti. Yol kilisenin yanından geçiyordu. İçimden kiliseye girip dua etmek geldi. Kilisenin girişine çıktım ve dua ettim. Kilise boyunca uzanan çayırda iki çocuk oyun oynuyordu. Beş altı yaşlarında kadar vardılar. Çok temiz giyimli oldukları halde herhalde papazın çocukları olmalılar diye düşündüm. Duam sona erince kiliseden ayrıldım. Daha on adım atmamıştım ki arkamdan bağırtılar duydum:
– Dilenci amca! Dilenci amca! Dur!
Bağırıp çağrışan çocuklardı, bana doğru koşuyorlardı, biri oğlan öteki de kızdı. Durdum ve bekledim. Koşa koşa yanıma geldiler ve ellerime sarıldılar.
– Haydi, anneme gidelim. Annem dilencileri çok sever.
– Ben dilenci değilim. Sadece yolculuk yapan biriyim.
– Neden öyleyse heybe taşıyorsun?
– İçinde yolluğum olan ekmek var.
– Olsun, gel bizimle. Annem sana yol için para verir.
– Sizin anneniz nerede çocuklar?
– Orada, kilisenin arkasındaki ağaçların ilerisinde.
Beni şahane güzellikte bir bahçeye soktular. Ortasında büyük bir ev vardı. Hole girdik. Her şey o kadar temiz, o kadar düzenliydi ki! O sırada evin hanımı bizi koşarak karşıladı.
– Hoş geldin, hoş geldin. Allah seni nereden gönderdi? Otur, şöyle, otur sevgili dostum!
Heybemi kendi eliyle çıkartıp masanın üzerine koydu. Sonra da beni yumuşak bir sandalyeye oturttu.
– Yemek ister misin? Çay alır mıydın? Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı?
– Çok sağ olun – diye karşılık verdim.
– Heybem yiyecekle dolu. Çay içerim ama köylü olduğum için çay içme gibi bir alışkanlığım yok. Gösterdiğiniz kibarlık ve nezaket benim için yemekten daha değerli. Benim gibi bir yabancıya göstermiş olduğunuz İncil’e uygun konukseverliğinizden dolayı sizi kutsaması için Allah’a dua edeceğim.
Bu sözlerden sonra kendi içime dönmek için şiddetli bir istek duydum. Yürek duası içimde fıkırdamaya başlamıştı. Bu ateşin serbestçe çıkmasını sağlamak ve yürek duasının dışa vurduğu bazı belirtileri gözyaşı, iç çekmeleri, yüzün ve dudakların aldığı şekilleri göstermemek için yalnız kalmaya ve sessizliğe ihtiyacım vardı.
Bu nedenle ayağa kalkarak şöyle dedim:
– Özür dilerim ama gitmem gerekiyor. Rab Mesih sizinle ve sevimli çocuklarınızla beraber olsun!
– Hayır olmaz! Şimdi gitmeyin! Seni bırakmayacağım. Kocam akşama doğru kentten dönecek. Kendisi bu yörenin yargıcıdır. Seni görmekten memnun kalacaktır! Her gezginciyi Allah tarafından gönderilmiş biri olarak görür. Üstelik yarın da pazar. Ayine bizimle birlikte katılırsın. Sonra da Allah ne verdiyse onu yeriz. Bayram günleri bizim evde İsa’nın kardeşleri sayılan en az otuz kadar yoksul dilenciyi barındırırız. Kendin hakkında bana hâlâ bir şey anlatmadın. Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun? Anlat! Rabbi ululayan kimselerin tinsel konuşmalarını dinlemeyi severim. Çocuklar! Gezginci amcanın heybesini ikonalı odaya taşıyın. Bu geceyi orada geçirecek.
Bu sözleri duyunca şaşkınlığımı gizleyemedim ve kendi kendime: “Acaba bir insanla mı yoksa insan kılığına girmiş bir melekle mi konuşuyorum?” diye sordum.
Böylelikle orada kaldım ve beyin eve dönmesini bekledim. Yolculuğumdan kısaca söz ettim ve Irkutsk’a doğru gittiğimi söyledim.
– Ne tesadüf! Muhakkak Tobolsk’tan geçeceksin. Annem orada bir manastırda kalıyor, her şeyden el etek çekti. Sana ona ulaştırmak üzere bir mektup veririz. Kendisine tinsel öğütler almak üzere sık sık başvuranlar oluyor. Annem için Moskova’dan sipariş ettiğimiz Johannes Klimakos’un kitabını da götürürsün. Her şey ne güzel de yoluna girdi!
Yemek vakti gelince sofraya oturduk. Sofrada bizimle birlikte dört bayan daha vardı. Birinci kap yemeği bitirdiğimizde bayanlardan biri kalktı, ikonanın önünde ve bizlerin önünde eğildikten sonra gidip ikinci yemeği gelirdi, sonra yeniden yerine oturdu; sonra da öteki bayanlardan biri kalktı ve üçüncü yemeği getirdi. Bu durumu görünce evin hanımına hitap ederek:
– Hanımefendi size bir şey sorabilir miyim, bu hanımlar acaba akrabalarınız mı oluyorlar?
– Evet, kız kardeşlerim olurlar. Bu aşçım, bu arabacının karısı, bu temizlikçi kadın, bu da oda hizmetçim. Hepsi de evlidir. Evde evlenmemiş kız bulundurmam.
Gördüklerim ve işittiklerimden sonra şaşkınlığım daha da arttı. Yoluma böylesine dindar insanlar çıkardığı için Allah’a şükrettim. Duanın yüreğimden kudretle çıkmaya çalıştığını hissettim. Duayı rahatsız etmemek için mümkün olduğu kadar çabuk yalnız kalmalıydım. Bu yüzden ayağa kalktım ve bayana:
– Sizler yemekten sonra dinlenirsiniz ben ise yürümeye alışık olduğum için bahçeye çıkıp biraz dolaşmak istiyorum.
Evin hanımı:
– Hayır, yatmaya gitmeyeceğim. Seninle birlikte bahçeye ineceğim. Bana eğitici bir şeyler anlatırsın. Bahçeye yalnız çıkarsan çocuklar sana rahat vermezler; yakanı kurtaramazsın, çünkü İsa’nın dostları olan dilencileri ve gezgincileri çok severler – dedi.
Başka çare yoktu, birlikte çıktık. Bahçede hanımın önünde saygıyla eğilerek daha uygun biçimde sessizlikte kalabilmek amacıyla:
– Hanımefendi, Allah adına sizden rica ederim söyleyin bana, böylesine iyi bir yaşam tarzını uzun süredir mi sürdürüyorsunuz? Böylesine bir dindarlığa nasıl ulaştınız?
– Hatırın için anlatayım. Annem kalıntıları Belgorod’da bulunan azize Josaphat’nın torununun kızıdır. Orada büyük bir evimiz vardı. Evin bir kanadı zengin olmayan soylu bir beye kiralanmıştı. Günün birinde adam geride hamile karısını bırakarak ölmüş. Karısı da doğurduktan hemen sonra ölmüş. Yeni doğmuş bebek tamamen yetim kalmış. Annem acımış ve çocuğu yanına almış. Bir yıl sonra da ben doğmuşum. Birlikte büyüdük. Aynı hocalardan ders aldık. Kardeş gibi büyüdük. Babam ölünce annem o kenti terk etti. Gelip bu köye yerleştik. Evlenecek çağa geldiğimizde annem beni vesayeti altındaki o yetim çocukla evlendirdi. Bize bu köyü verdikten sonra dünyadan elini eteğini çekerek bir manastıra kapandı. Bizi takdis etti ve Hıristiyan’ca yaşamamızı, Allah’a yürekten dua etmemizi ve her şeyden önce Allah’ın en önemli buyruğu olan “Hemcinsini seveceksin” i, İsa’nın dostları olan yoksullara yardım ederek yerine getirmemizi, çocuklarımızı Allah korkusuyla yetiştirmemizi ve serflerimize kardeşlerimizmiş gibi davranmamızı öğütledi. On yıldır annemizin öğütlerini bu yalnızlık içinde yerine getiriyoruz. Dilenciler için bir yurt yaptırdık. Şu sıra ondan fazla sakat ve hasta dilenciyi barındırıyor. İstersen yarın gezmeye gideriz.
Anlattıklarını dinledikten sonra annesine göndermek istediği Johannes Klimakos’un kitabının nerde olduğunu sordum.
– Gel içeri girelim, sana göstereyim – dedi. Kitabı açmış, henüz okumaya başlamıştık ki evin beyi çıkageldi. İki eski dost gibi Hıristiyan’ca kucaklaştık, öpüştük. Beni odasına davet ederken:
– Gel kardeşim, çalışma odama geçelim, odamı takdis et. (Karısını ima ederek) İnşallah canını sıkmamıştır. Bir gezginciye ya da hasta birine rastladı mı, öylesine mutlu oluyor ki, onların yanından gece gündüz ayrılmak bilmez. Bu, ailemizin eski bir geleneği.
Çalışma odasına geçtik. Odada öyle çok kitap vardı ki! Çok şahane ikonalar, insan boyunda canlıymış gibi duran bir haç, haçın önünde de bir İncil duruyordu. Haç çıkarıp bir dua okuduktan sonra:
– Odanız cenneti andırıyor. Şurada Rab Mesih İsa, şuracıkta Meryem Ana ve öteki azizler, şunlar ise (kitapları işaret ederek) sizin Tanrısal, ölümsüz ve canlı öğretileri ve sözleri içeren kitaplarınız; düşünüyorum da herhalde onlarla birlikte çok güzel anlar geçiriyorsunuzdur.
– Haklısın. Kitap okumayı çok severim – dedi.
– Ne tür kitaplarınız var – diye sordum.
– Dinsel içerikli birçok kitabım var. Şuracıkta azizlerin yaşamını anlatan kitaplar, şurada Johannes Chrysostomos’un yapıtları, şurada Büyük Basilios’un felsefi ve teolojik kitapları ve çağımızın ünlü vaizlerin söylevlerini içeren kitaplar. Bu kitaplık bana beş bin rubleye mal oldu.
– Dua üstüne bir kitabınız yok mu? Dua üstüne yazılan kitapları okumasını severim de.
– Dua üstüne yazılmış yeni çıkmış bir kitapçık var. Yazarı Petersburglu bir papaz.
Bey, “Göklerdeki Babamız” duasını yorumlayan bir kitap çıkardı.
Büyük bir zevkle okumaya başladık. Bir süre sonra evin hanımı yanımıza geldi, çay getirmişti. Küçükler de gümüşten bir sepet içinde ömrümde yemediğim kuru pastalar getirdiler. Evin beyi kitabı elimden alıp karısına uzatırken şöyle dedi:
– Eşim okusun. Çok güzel okur. Bu arada biz de rahatımıza bakalım.
Evin hanımı okumaya başladı, biz de onu dinledik. Onu dinlerken duanın yüreğimde yükseldiğini hissettim. Okudukça yüreğimdeki dua daha da gelişiyor ve bana mutluluk veriyordu. Birden, merhum staretse benzettiğim bir şeklin havada hızla geçtiğini gördüm. Bir hareket yaptım, bu hareketimi gizlemek için de “Özür dilerim uyuklamışım galiba” dedim. O sırada staretsin aklının benim aklıma girerek, aklımı aydınlattığı izlenimini duydum. Kafamda birden bir ışık çaktı ve dua ile ilgili bir sürü düşünce aklıma üşüştü. Haç çıkararak bu düşünceleri kovmaya çabaladım. O sırada hanımefendi de okumasını bitirmişti. Evin beyi kitabın hoşuma gidip gitmediğini sordu. Konuşmamız bu konu üzerinde gelişti.
– Çok hoşuma gitti – dedim. Zaten “Göklerdeki Babamız” duası elimizde yazılı olarak bulunan duaların en yücesi ve en değerlisidir. Çünkü bu duayı Rabbimiz Mesih İsa’nın bizzat kendisi bize öğretti. Okuduğunuz yorum çok güzel yazılmış. Ne var ki yorum tamamen Hıristiyan aktif yaşantısı üzerine yapılmış, oysa Kilise Babalarının yazmış olduğu duanın ruh gözüyle seyredişe yönelik mistik açıklamasını okumuştum.
– Hangi Kilise Babalarında okudun?
– Örneğin Maximos Confessor. Sonra Philokalia’daki Petros Damascenos.
– Belki okuduklarından aklında bir şeyler kalmıştır? Bize biraz bundan söz eder misin?
– Memnuniyetle. Duanın baş kısmı: Göklerdeki Babamız. Okuduğunuz kitapta bu sözlerin, aynı Babanın çocukları olduğumuz için hemcinsimizi kardeşçe sevmemiz gerektiği anlamına geldiği söyleniyor. Çok doğru, ama Kilise Babaları buna tinsel bir yorum daha ekliyorlar. Onların dediklerine göre insan bu sözleri söylerken aklını yüce Baba’ya doğru yönlendirmeli ve her an Allah’ın huzurunda kalmak zorunda olduğunu anımsamalıdır. “Adın kutlulaşsın” sözleri de bu kitapta Allah’ın adını boş yere ağzına almamaya özen göstermek şeklinde açıklanmış. Oysa mistik yorumcular bu sözleri içsel yürek duasını dileme şeklinde anlıyorlar, yani Allah’ın adının kutlulaşması için Allah’ın adı devamlı dua ile ruhun tüm güçlerini ve tüm duygularını aydınlatsın ve kutlulaştırsın diye yürek içine yerleşmesi gerekir. “Egemenliğin gelsin” sözleri de Kilise Babaları tarafından şu şekilde yorumlanmıştır: Yüreklerimize huzur, sakinlik ve ruhsal sevinç gelsin. “Bugünkü ekmeğimizi bize ver” sözleri kitapta yaşamımızı sürdürebilmek için gerekli olan ihtiyaçlarımızı ve hemcinsimize yardım edebilmek için nelerin gerektiğini dileme biçiminde açıklanmış. Oysa Maximos Confessor günlük ekmekle ruhu besleyen yüce ekmeği anlıyor, yani Allah’ın sözünü ve yürek içinde yapılan devamlı dua ve ruh gözüyle seyredişle ruhun Allah’la olan birleşmesini anlıyor. Evin beyi:
– Ah! İçsel dua erişilmesi güç bir iştir. Özellikle dünyada yaşayanlar için bu hemen hemen olanaksızdır – diyerek bağırdı. Normal bir duayı kendimizi dağıtmadan söyleyebilmemiz için bile Allah’ın yardımına gereksinmemiz var.
– Beyefendi, böyle konuşmayın. İnsan gücünün üstünde bir şey olsaydı Allah bunu yapmalarını herkesten ister miydi? Onun gücü zayıflıkta bile gerçekleşir (II. Kor.12,9). Kilise Babaları de içsel yürek duasına kolaylıkla erişebilmemiz için arkalarında bazı yöntemler bırakmışlardır. Özel ve yüce yöntemi keşişlerin yapmasını buyurmuşlar ama rahip olmayanlar için de içsel duaya garantili bir şekilde ulaştıran daha uygun bir yöntem bırakmışlar.
– Bu konu ile ilgili bir yazıya şimdiye kadar rastlamadım.
– İsterseniz Philokalia’dan bazı bölümler okuyayım. Philokalia’yı elime aldım, üçüncü bölümdeki Petros Damascenos’un kırk sekizinci sayfasındaki bir yazısını okumaya başladım.
“Rabbin adını nasıl soluk alıyorsak, her durumda, her yerde ve her zaman yakarmasını öğrenmemiz gerekir. Havari şöyle diyor: “Durmadan dua edin”. Bu sözlerle Tanrı’yı her zaman, her yerde ve her yaptığımız işte düşünmemiz gerektiğini söylemek istiyor. Herhangi bir işle uğraşırken var olan her şeyi yaratan Yaradan’ı düşünmelisin; ışığı görürsen sana onu armağan edeni düşün: Göğe, yere ve denize baktığında içindekileri yaratana hayranlık duy ve şükret; üzerine bir şeyler giymişsen bunun kimden geldiğini bir düşün ve Ona yaşamını sağladığı için şükranlarını sun. Kısacası, her davranışın Allah’ı yüceltmek için bir vesile olsun. Böylelikle hep dua etmiş olacaksın. Ruhun da sevinç içinde olacaktır.”
– Görüyorsunuz durmadan dua etmek ne kadar kolay. İçinde biraz insanlık duygusu olan herkes bunu kolayca yapabilir.
Okuduğum kısım çok hoşlarına gitti. Evin beyi beni coşkuyla kucakladı ve bana teşekkür etti. Philokalia’ma bir göz attıktan sonra:
– Bu kitaptan muhakkak almalıyım; Petersburg’a sipariş vereceğim. Bu öğreti daima elimin altında bulunsun diye okuduğun bölümü yazacağım. Bunu bir kez daha okur musun?
Ben okurken o da hızlı ve güzel bir yazıyla kâğıda çekti. Sonra da hayretle bağırdı:
– Hay Allah, aziz Damascenos’u gösteren bir ikonam var (bu büyük olasılıkla aziz Johannes Damascenos’un bir ikonasıydı.) Çerçeveyi çıkararak yazılı sayfayı camın altına tutturduktan sonra “kutsal bir insanın hayat veren sözleri ikonasının altında durdukça bu esenlikli öğüdü yerine getirme konusunda beni isteklendirecektir.”
Daha sonra akşam yemeği için sofraya oturduk. Sofrada yine herkes vardı, kadınlar, erkekler ve biz. Yemek sırasında sofrada çok büyük bir sessizlik ve huzur havası hüküm sürüyordu. Yemekten sonra çocuklar dahil hepimiz uzun süre dua okuduk. Bana da “Çok Tatlı İsa” ilahisini okuttular. Sonra hizmetçiler odalarına çekildiler. Odada üçümüz kaldık. O ara evin hanımı benim için beyaz bir gömlek ve çorap getirdi. Önünde saygıyla eğilerek:
– Hanımefendi çorapları kabul edemem, ömrümde çorap giymiş değilim; bizler küçüklüğümüzden beri ayaklarımıza çaput sararız -dedim.
Aceleyle yeniden yukarıya giderek elinde eskimiş sarı renkte iyi kumaştan yapılmış bir bluzla geri döndü. Bluzu şeritler halinde kesti. Evin beyi de sandaletlerimin artık eskimiş olduklarını belirterek çizmelerinin üstüne giydiği yepyeni iki ayakkabı getirdi ve bana:
– Yandaki odaya geç orada rahatça çamaşırlarını değiştirebilirsin -dedi.
Odaya geçtim, üstümü değiştirdikten sonra yeniden geldim. Beni bir sandalyeye oturttular. Evin beyi kesilmiş şerit bezleri ayağıma sararken hanımı da ayakkabıları ayağıma geçiriyordu. Başta buna izin vermek istemedim ama onlar rahat durmamı rica ederek şöyle dediler:
– Rahat dur ve sesini çıkarma, İsa da öğrencilerinin ayaklarını yıkamıştı. Daha fazla karşı koyamadım ve ağlamaya başladım. Onlar da benimle birlikte ağlıyorlardı.
O sırada evin hanımı çocukların uyuduğu odaya çekildi. Ben de evin beyiyle birlikte biraz konuşmak üzere bahçedeki çardağa gittik. Orada gecenin geç saatlerine kadar kaldık. Yere uzanmış öylesine konuşuyorduk, birden yanıma yaklaşarak bana sordu:
– Elini vicdanına koy ve doğruyu söyle bana, kimsin sen? Asil bir aileden gelmelisin, Allah’ın kaçığı numaralarına yatıyorsun. Okuma yazmayı çok iyi biliyorsun. Düzgün konuşuyor ve mantıklı düşünüyorsun. Bir köylünün gördüğü eğitimle bunun mümkün olamayacağı besbelli.
– Size ve bayana karşı açık sözlü oldum. Nereden geldiğimi tüm gerçekliğiyle anlattım. Ne sizi kandırmayı, ne size yalan söylemeyi aklımdan bile geçirmedim. Hem sonra bunu niye yapayım? Size söylemiş olduklarımı ben bulmadım. Onları bilge merhum staretsimden ve okuduğum dinsel kitaplardan elde ettim. Cahilliğimi asıl aydınlatan içsel dua olmuştur. Onu da ben kendim elde etmedim. Onu Tanrı’nın lütufuna ve staretsin öğretisine borçluyum. Buna herkes erişebilir, yeter ki yüreğine daha çok dalarak Mesih İsa’nın adını biraz daha çok yakarsın. Böyle davranan kimse kısa sürede içsel ışığı bulabilir ve her şeyi anlayabilir. Tanrı egemenliğiyle ilgili bazı gizlere de bu ışıkta farkına varacaktır. İnsanın, kendi içine dönme yeteneğini keşfetmesi, kendini gerçekten tanıması ve kendi düşüşüne ve yoldan sapmış iradesine bakıp üzülmesi ve sessizce ağlaması bile büyük bir gizdir. Akıllıca konuşmak ve başkalarıyla konuşmak o kadar zor bir şey değildir; üstelik yapılabilir de. Çünkü akıl ve yürek insansal akıllılıktan ve bilgelikten önce de vardı. Aklı bilim aracılığıyla ya da deneyimle daima geliştirebiliriz. Ama akıl olmadığı zaman ne sağduyulu bir öğreti ne de herhangi bir yetiştirme tarzı yararlı olur. İşin aslı bizler kendimizden uzak duruyor ve hiç de kendimize yaklaşmak istemiyoruz. Kendimizle yüz yüze gelmemek için durmadan kendimizden kaçıyor ve kıvır zıvırları gerçeğe yeğ tutarak şöyle düşünüyoruz: “Dindar bir yaşam sürdürmeyi çok isterdim ama işlerden ve dertlerimden buna bir türlü vakit bulamıyorum.” Acaba hangisi daha önemli ve daha gerekli, kutlulaşmış ruhun ebedi yaşantısı mı yoksa üzerine o kadar düştüğümüz bedenimizin geçici yaşantısı mı? İnsanlar işte böyle ya sağduyuya ulaşıyor ya da ahmaklığa düşüyorlar.
– Sevgili kardeşim, bağışla beni. Ama deminki soruyu sırf meraktan değil de iyi yüreklilikle ve Hıristiyanlıkla ilgili olduğu için sordum. Üstelik bundan iki yıl önce tanık olduğum bir olay da bu soruyu yöneltmeme neden oldu.
Bir gün bize yaşlı, bitkin düşmüş bir dilenci gelmişti. Üzerinde askerlikten terhis olduğunu gösterir bir pasaport vardı. Neredeyse çıplak denecek kadar yoksul bir haldeydi. Steplerdeki köylüler gibi az konuşuyordu. Onu düşkünler yurdumuza yerleştirdik. Aradan beş gün geçtikten sonra ağır şekilde hastalandı. Onu bahçedeki küçük eve taşıdık ve ona eşimle birlikte elimizden geldiğince bakmaya ve onunla dostça konuşmaya çalıştık. Öleceği kesinleşince papazımız günahını çıkartıp kendisine Komünyon verdi; kutsal yağlar sürerek son dinsel görevi yerine getirdi. Ölmeden önce ayağa kalktı, benden kâğıt, tüy kalem istedi. Vasiyetini yazarken kimsenin içeri girmemesi için kapının kapalı tutulmasında ısrar etti. Vasiyetinin Petersburg’daki oğlunun eline geçmesini sağlayacaktım. Son derece güzel bir yazısı vardı. Kurduğu cümlelerinin yanlışsız, ince ve sevecenlik dolu olduğunu görünce çok şaşırdım. Yarın sana bu vasiyetnameyi okurum; bir kopyasını çıkarmıştım. Bu beni çok şaşırtmıştı. Merakımı yenemeyerek bana kimlerden geldiğini ve yaşantısını anlatmasını istedim. Ölmeden önce kimseye anlatmayacağıma yemin ettirdikten sonra yaşam öyküsünü Tanrı’nın şanı için anlatmaya başladı:
“Bir zamanlar çok zengin bir prenstim. Çok şatafatlı, çok parlak ve çok sefih bir hayat sürüyordum. Karım ölmüştü, muhafız alayında yüzbaşı olan oğlumla birlikte oturuyordum. Bir gece bir baloya gitmeye hazırlanırken uşağıma öfkelendim; kendimi tutamayarak başına vurdum. Adamı yaralamışım. Onu köye geri göndermelerini buyurdum. Olay akşamüzeri olmuştu. Ertesi sabah uşak beyin kanamasından öldü. Ne var ki bunun üzerinde fazla durmadım. Sadece kızdığıma üzüldüm ve olayı kısa sürede tamamen unuttum. Aradan altı hafta geçmemişti ki uşağım düşümde görünmeye başladı: Her gece beni rahatsız ediyor, bana sitemler yağdırıyordu. Durmadan şu sözleri tekrar ediyordu: “Vicdansız adam, benim katilim sensin!” Daha sonra uyanıkken, gün ışığında da görünmeye başladı. Sonunda ağır hakaretlerde bulunduğum şimdi ölmüş bazı adamların ve baştan çıkarmış olduğum kadınların hayalleri de görünmeye başladı. Hepsi bana sitem ediyor, bana rahat yüzü göstermiyorlardı. Öyle ki artık ne yemek yiyebiliyor ne uyku uyuyabiliyor ne de başka herhangi bir şey yapabiliyordum. Gücüm sıfırı tüketmişti. Bir deri bir kemik kalmıştım. En ünlü doktorların çabaları da fayda vermedi. Tedavi olmak için dış ülkelere gittim. Altı aylık bir kürden sonra en ufak bir iyileşme belirtisi bir yana, korkunç görüntüler daha da sık görünmeye başladılar. Eve geri döndüğümde canlı cenazeden bir farkım kalmamıştı. Ruhum bedeninden ayrılmadan önce cehennem ıstıraplarını, dehşetini bütün çıplaklığıyla tatmıştı. Bu da bana bir cehennemin var olduğu inancını getirdi. Artık cehennemin ne anlama geldiğini anlamıştım. Bu acılar içindeyken günahlarımı ve alçaklığımı kabul ettim, pişmanlık içinde günah çıkarttım. Hizmetkârlarımın hepsine özgürlüklerini verdim. Ömrümün kalan kısmını en ağır işler yaparak geçirmeye ve günahlarım yüzünden en aşağı tabakadan insanlar gibi yaşamak için dilenci kılığına girmeye yemin ettim. Buna kesin karar verir vermez görüntüler birdenbire kesildi. Tanrıyla barışmış olmaktan sözle anlatamayacağım bir sevinç, bir rahatlama duydum. O sırada cennetin ne demek olduğunu, Tanrı’nın egemenliğinin yüreğimizin içine nasıl yayıldığını anladım. Kısa zamanda tamamen iyileştim. Planımı uygulamaya koyuldum. Emektar bir askerin pasaportunu alarak gizlice memleketimi terk ettim. Sibirya içlerinde on beş yıldır oradan oraya dolaşıyorum. Kimi zaman köylülerin yanında gücüme göre işlerde günü birliğine ücretle çalıştım. Kimi zaman da İsa’nın adına dilencilik yaptım. Bu yoksunluklar içinde ne büyük mutluluk, ne büyük sevinç, ne büyük huzur tattım! Bunu ancak Tanrısal bağışlayıcılığın ıstırap cehenneminden çıkardığı ve Tanrı’nın cennetine soktuğu kimse anlayabilir.
Bunları anlattıktan sonra vasiyetnamesini oğluna göndermem üzere bana verdi. Ertesi gün öldü. Bu vasiyetnamenin bir kopyası çantamdaki Kutsal Kitabın içinde duruyor. Okumak istersen hemen getireyim. – İşte!
Katlanmış kâğıdı açtım ve okudum:
– Çok Kutsal Üçlük, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına. Sevgili Oğlum!
Babanı görmeyeli on beş yıl oldu. Ne var ki baban kayıplara karışmış olsa dahi arada sırada haberlerini alarak sana olan babalık sevgisini içinde korumaya çalıştı. İşte bu sevgi babanı yaşantın boyunca sana ders olabilecek şu son sözleri yazmaya zorladı.
Günahkâr ve sefih yaşantımın kefaretini ödemek için az çekmedim biliyorsun. Ama kimse tarafından tanınmadan başıboş gezerek geçirdiğim yaşantı boyunca pişmanlığın getirdiği mutluluğumdan haberin yok. Velinimetimin yanında huzur içinde ölmekteyim. Velinimetim aynı zamanda senin de velinimetin sayılır, çünkü bir babaya yapılan iyilikler müteşekkir bir oğlun hassas yüreğinde de hissedilmelidir. Şükranlarını ona elinden geldiğince göster.
Seni bir baba olarak kutsarken, seni Tanrı’yı düşünmeye ve vicdanını dinlemeye davet ediyorum; iyi, dikkatli ve mantıklı biri ol, emrinde çalıştırdıklarına mümkün olduğu kadar iyi davran. Dilencileri ve gezgincileri hor görme. Şunu da unutma ki baban ruh huzuruna ancak başıboş dolaşarak ve her şeyden elini eteğini çekerek ulaştı.
Allah’ın seni kutsaması için yalvarıyorum. İnsanların kurtarıcısı Mesih İsa’nın bağışlayıcılığına sığınarak ebedi yaşamı umut ederek gözlerimi huzur içinde kapatıyorum.
Baban N. .
İyiliksever beyin yanına uzanmış bu konuşmayı sürdürürken birden kendisine:
– Düşkünler yurdunuzda arada sırada canınızı sıkan olaylarla karşılaştığınız olmuyor mu? Gezginciler arasında tembellikten ve can sıkıntısından başıboş hayata atılan çok kimse var. Bunlar yollarda serserilik yaparlar. Bu gibi olaylara tanık oldum, dedim.
– Nahoş olaylar pek olmadı. Bize genellikle gerçek gezginciler geldi. Serserilere karşı daha nazik davranıyor ve onları bir süre güçsüzler yurdunda alıkoymaya çalışıyorum. İsa’nın kardeşleri olan iyi dilenciler arasında uzun süre birlikte kalınca daha iyi bir yaşantı sürdürmeye başlıyorlar. Daha terbiyeli, daha alçakgönüllü insanlar olarak düşkünler evini terk ediyorlar. Buna örnek olacak bir olay anlatayım. Çok olmadı. Buralı küçük bir esnaf kendini rezil bir duruma düşürdü. Herkes tarafından sopa ile kovalanıyordu. Kimse ona bir dilim ekmek bile vermek istemiyordu. Sarhoştu, öfkeliydi, kavgacıydı; üstelik bir de çalıyordu. Bir gün aç bir halde bize geldi; ekmekle votka istedi. İçki içmeyi çok seviyordu. Kendisini nazikçe kabul ettik. Ve “Bizde kalabilirsin, sana istediğin kadar içki veririz, ancak bir şartımız var: içtikten sonra hemen yatmaya gidecek ve en ufak bir kepazelik yapmayacaksın. Yoksa seni kovmakla yetinmez, yargıca haber salar ve serserilikten tutuklattırırız.” Bu şartımızı kabul edip bizde kaldı. Bir hafta, belki daha fazla, gerçekten istediği kadar içti. Ancak her defasında, söz verdiği gibi. Çünkü içkiden yoksun kalmaktan korkuyordu. Yatmaya gidiyor ya da bahçenin dibinde bir yere sessizce uzanıyordu. Ayılınca yurttaki kardeşlerimiz onunla konuşuyor ve en azından biraz kendisini tutmasını istiyorlardı.
Böylece gün geçtikçe daha az içmeye başladı. Üç ay içinde de Yeşilaycı olup çıktı. Şimdi” bir yerlerde iş bulmuş çalışıyor, artık başkalarının ekmeğini yemiyor. Önceki gün şükran hislerini belirtmek için beni görmeye geldi.
Herhangi bir sonuca varmada sevginin rolünün ne kadar önemli olduğunu düşündüm, sonra da şöyle haykırdım:
“Evinizde etkenliğini sürdüren Allah’ın nuruna hamdolsun!” Bu söyleşiden sonra gidip bir saat kadar uyuduk. Sabah duasına çağıran çan seslerini duyunca kalktık ve kiliseye gittik. Evin hanımı ve çocuklar çoktan kilisedeydiler. Ayine katıldık. Ben, bey ve küçük oğluyla birlikte koro yerinde duruyorduk, hanım ve küçük kızı da papazın kutsal Şarapla Ekmeği kaldırdığı anı kaçırmamak için İkonostas’ın açık yerinde duruyorlardı. Tanrım, hepsi de nasıl yürekten dua ediyor, nasıl da sevinç gözyaşları döküyorlardı! Yüzlerinde öylesine nurlu bir ifade vardı ki, onlara bakarken benim de gözlerimden yaşlar boşaldı. Ayin sona erince ev sahipleri, papaz, hizmetçiler ve bütün dilenciler hep birlikte sofraya oturduk. Sofrada kırk kadar dilenci vardı. Aralarında sakatlar, soluk yüzlüler ve çocuklar vardı. Masadaki sessizlik ve huzur verici hava görülmeye değerdi. Cesaretimi toplayarak beye yavaşça:
– Manastırlarda yemek esnasında azizlerin yaşamını okurlar. Mademki sizde azizlerin yaşamını anlatan kitaplar var, öyle ise siz de aynını yapabilirsiniz.
Bey karısına doğru dönerek:
– Gerçekten de Maşa, bunu biz de yapalım. Hepimiz için eğitici olur. Bugün ilk ben okumak istiyorum, gelecek yemekte de sen okursun, sonra papaz okur, daha sonra da okumasını bilen dindar kardeşlerimizden her biri sıra ile okurlar.
Papaz yemek yemeği yanda keserek şöyle karşılık verdi:
– Seve seve dinlerim ama okumaya gelince buna ayıracak bir dakika boş vaktim yok. Evde o kadar iş ve dert var ki, hangisini halledeceğimi bilmiyorum. Şunu da yapmak gerek, bunu da yapmak gerek. Tarladaki hayvanlara ve bir sürü çocuğa bakmak gerek. Bütün günüm sağa sola koşuşturmayla geçiyor, bir şeyler öğrenmek için okumaya pek vaktim olmuyor. Papaz okulunda öğrendiklerimi de çoktan unuttum.
Bu sözleri duyunca içim ürperdi. Ne var ki yanı başımda oturan hanımefendi hemen elimi tutarak:
– Saygıdeğer peder efendi alçak gönüllü oluşundan böyle konuşuyor. Kendini hep böyle küçültür. Aslında çok iyi ve dindar biridir. Yirmi yıldır duldur. Şimdi de torunlarını yetiştirmeye çalışıyor. Bir de kilisede sık sık ayin yönetiyor.
Bu sözler bana Philokalia’daki Niketas Stethatos’un bir özdeyişini anımsattı: “Nesnelerin karakteri ruhun iç durumuna göre değerlendirilmelidir,” yani herkes kendisi nasılsa başkalarını da öyle görür. Özdeyiş şöyle devam ediyor: “Gerçek duaya ve sevgiye ulaşan kimse artık nesneleri ayırt etmez, doğru adamla günahkârı birbirinden ayırt etmez, ama herkesi aynı sevgiyle sever, kimseyi yargılamaz. Allah güneşini hem doğruların hem günahkârların üstüne doğdurur. Yağmurunu da doğruların ve günahkârların üstüne yağdırır” (Mat. 5,45).
Yeniden bir sessizlik oldu. Tam karşımda düşkünler evinden kör bir dilenci oturuyordu. Bey ona yemek yediriyordu. Tabağındaki balığı ayıklıyor, kaşıkla çorba içiriyordu. Açık duran ağzına dikkatli bakınca dilencinin dilini sürekli olarak kımıldattığını gördüm. Kendi kendime “yoksa dua okuyor olmasın” dedim ve onu daha dikkatli incelemeye başladım. Yemeğin sonuna doğru yaşlı bir kadın kendini kötü hissetti; üzerine bir kramp geldi ve inlemeye başladı.
Bey ve hanımı kadını kendi yatak odalarına çıkartıp yatağa yatırdılar. Hanımefendi kadına bakmak üzere yanında kaldı. Papaz her ihtimale karşı ölüm döşeğinde olanlara yapılan tören için hazırlıklara başladı. Bey kentten doktor getirtmek için arabanın koşulmasını buyurdu. Herkes bir yana dağıldı.
O sırada içimde bir nevi dua etme açlığı duydum. Duanın içimde akması için şiddetli bir arzu duydum. İki gündür ne yalnız kalabilmiş ne de sessizlik bulabilmiştim. Yüreğimde taşmaya ve tüm uzuvlarıma yayılmaya hazır sele benzer bir kabarma hissettim. Bu kabarmaya engel olmaya çalışınca yüreğimde şiddetli bir sızı duydum. Hoş bir sızıydı ama beni sadece dua etmeye ve yalnızlığa itiyordu. O zaman devamlı dua etme yanlısı olan kimselerin neden herkesten uzaklaştıklarını ve dünyadan kaçtıklarını anladım. Aynı zamanda çok mutlu Hesychios’un, “çok yüce konularda yapılan bir söyleşi bile, eğer çok uzarsa gevezelikten başka bir şey değildir” sözünü kavradım. Suriyeli Efrem’in, “İyi bir söz gümüşse susmak saf altındır” sözünü anımsadım. Düşkünler evine giderken kafamdan bu düşünceler geçiyordu. Yemekten sonra herkes dinlenmeye çekilmişti. Tavan arasına çıktım, kendimi yatıştırdım, dinlendim ve biraz dua ettim. Dilenciler uyanınca gidip kör adamı buldum ve onu bahçeye çıkardım. Ücra bir köşeye oturup konuşmaya başladık.
– Allah aşkına, ruhumun iyiliği için söyle, İsa duasını mı söylüyorsun?
– Uzun süredir durmadan bu duayı söylüyorum.
– Bunu söylerken neler hissediyorsun?
– Gece ve gündüz bunu söylemeden yapamayacağımı biliyorum sadece.
– Bunu nasıl öğrendin? Ayrıntılı bir biçimde anlatır mısın kardeşim.
Anlatayım. Buralı bir sanatçıyım. Ekmeğimi terzilik yaparak kazanırdım. Eyaletlere giderek köylere uğrar, köylülere giysi dikerdim. Bir köyde bir köylünün bütün ailesine giysi dikmek amacıyla uzun süre kaldım. Bir bayram günüydü. Yapacak pek bir iş yoktu. İkonaların altındaki küçük tahtanın üzerinde üç eski kitap gözüme çarptı. Evdekilere:
– İçinizde bu kitapları okuyan var mı? – diye sordum.
– Yok, kimse okumadı. Bu kitaplar dayımızdan kaldı. O okuma bilirdi – dediler.
Kitaplardan birini elime aldım. Gelişi güzel açtım. Hâlâ aklımdan çıkmayan şu satırları okudum: “Sürekli dua Rabbin adını durmadan yakarmaktan ibarettir. Otururken, ayaktayken, sofradayken, çalışırken her türlü durumda, her yerde ve her vakit Rabbin adını yakarmak gerek.”
Okuduğumu uzun uzun düşündüm ve bunun tam bana göre olduğuna kanı getirdim. Böylelikle terzilik yaparken duayı sessizce tekrar ederek söylemeye başladım. Bunu yapmaktan da epey mutluluk duyuyordum. İzbayı benimle birlikte paylaşan insanlar dua ettiğimin farkına vardılar ve benimle dalga geçtiler: “Durmadan ne öyle mırıldanıyorsun? Büyücü müsün ne? Yoksa büyü mü yapıyorsun?”
Kendimi ele vermemek için dudaklarımı oynatmayı durdurdum, yalnızca dilimi oynatarak dua etmeye devam ettim. Sonunda böyle dua etmeye öylesine alıştım ki dilim gece gündüz kendiliğinden dua okuyor, bundan da çok memnunum.
Uzun süre epey yer dolaştım ve çalıştım, sonra birden kör oldum. Ailemizde hemen herkeste karasu denilen bir göz hastalığı vardı. Çok yoksul olduğumdan belediye bana Tobolsk’taki düşkünler evinde bir yer buldu. Şu sıralar oraya doğru gitmekteyim, ama ev sahipleri beni burada tuttular daha sonra atlı arabayla beni Tobolsk’a gönderecekler.
– Okuduğun kitabın adı neydi? Philokalia olmasın!
– Gerçeği söylemek gerekirse, bilmiyorum. Başlığına bakmamıştım.
Gidip Philokalia’mı alıp geldim. Bana ezberinden söylemiş olduğu Patrik Kallistos’un sözlerinin bulunduğu dördüncü bölümü açtım ve okumaya başladım. Kör adam:
– Bu okuduğun o kitap. Oku kardeşim oku. Ne kadar da güzel -diye haykırdı.
“Yürekle dua etmek gerek” sözünün bulunduğu bölüme gelince bana bunun ne anlama geldiğini ve böyle bir şeyin nasıl yapılabileceğini sordu. Ona yürek duası ile ilgili bütün bilgilerin ayrıntılı biçimde “Philokalia” denen bu kitapta bulunduğunu söyledim, bu konu ile ilgili ne varsa okumam için bana ısrar etti.
– Bak şöyle yapalım. Tobolsk’a gitmeye ne zaman niyetlisin? – dedim.
– İstersen, hemen şimdi gidelim – dedi.
– Öyleyse dinle! Yarın yola çıkmayı düşünüyorum, birlikte gideriz. Yolda yürek duası ile ilgili ne varsa okurum. Sana yüreğini nasıl bulacağını ve ona nasıl ulaşabileceğini öğretirim.
– Ya araba ne olacak? – dedi.
– Bırak arabayı. Buradan Tobolsk’a yalnızca yüz elli verstlik yol var. Yavaş yavaş gideriz; sadece ikimiz. Yürümek insana iyi gelir. Yürürken daha rahat okur ve dua üstüne daha rahat konuşuruz.
Ve böyle yapmaya karar verdik. Akşamüzeri bey bizzat gelerek bizi akşam yemeğine çağırdı. Ona birlikte gitmeye karar verdiğimizi yolda Philokalia’yı okumak istediğimizden arabaya ihtiyacımız kalmadığını açıkladık. Bunun üzerine bey bize şöyle dedi:
– Philokalia benim çok hoşuma gitti; sipariş mektubunu ve parayı şimdiden hazırladım. Yarın adliyeye giderken, gelecek hafta elime geçecek şekilde bunların hepsini Petersburg’a yollayacağım.
Ertesi sabah bize karşı göstermiş oldukları konukseverliğe ve örnek davranışlarından ötürü kendilerine şükranlarımızı sunduktan sonra yola koyulduk. Bey bir verst kadar bize eşlik etti. Sonra birbirimizle vedalaştık.
Kör köylüyle oldukça yavaş yol alıyorduk, günde on beş verstlik yol bile yapmıyorduk. Yoldan arta kalan zamanımızı ücra köşelerde oturup Philokalia’yı okumakla geçiriyorduk. Kitapla yürek duasıyla ilgili ne varsa hepsini ona okudum. Staretsin öngördüğü sırayı izledim, yani ilk önce rahip Nikephoros’un kitabından başladım, sonra Sinaitli Gregorios’u okudum vs. Beni büyük bir şevk ve dikkatle dinliyor, okuduklarımdan duygulanıyor ve seviniyordu. Daha sonra dua üstüne öyle sorular sormaya başladı ki, onları cevaplayacak durumda olmadığımı anladım.
Beni dinledikten sonra kör adam akılla yüreği bulacak ve oraya Mesih İsa’nın Tanrısal adını yerleştirerek böylece içten yürekle dua etmesini öğretecek pratik bir yöntem göstermemi istedi.
İsteğini şöyle yanıtladım:
– Kuşkusuz şimdilik hiç bir şey görmüyorsun, ama eskiden gördüğün bazı şeyleri örneğin bir insanı, bir nesneyi, uzuvlardan herhangi birini, bir kolu ya da bir bacağı hayalinde canlandırabilirsin. Sanki gerçekten görüyormuşsun gibi aynı netlikte hayal edebilirsin. Kör olmana rağmen bakışını o hayal ettiğin şeye doğru yöneltebilirsin.
– Evet yöneltebilirim.
– Öyleyse aynen böyle yüreğini hayalinde canlandır. Gözlerini sanki yüreğini göğüs kafesinin içinde görüyormuşsun gibi bulunduğu yere doğru çevir. Kalp atışlarını tek tek pür dikkat dinle. Yüreğini böyle içinde bulduktan sonra her kalp atışını, yüreğini gözden kaçırmadan, duanın sözlerine uydurmaya çalış. Birinci kalp atışında “Rab,” ikincisinde “Mesih,” üçüncüsünde “İsa,” dördüncüsünde “acı,” beşincisinde “bana” de ya da düşün. Bunu mümkün olduğu kadar sık sık tekrar et. Bunu yapmak senin için zor olmasa gerek. Sen buna zaten başlamış ve kendini yürek duasına hazırlamışsın. Buna alıştıktan sonra “İsa duası” nın hepsini söylerken solukla birlikte aynı zamanda yüreğine sokmaya ve çıkarmaya çalış. Yani soluk alırken “Rab Mesih İsa”, soluk verirken de “Acı bana” de ya da düşün. Uzun süre ve sık sık böyle yaparsan kısa zamanda yüreğinde ince bir sızı duyacaksın daha sonra da yüreğinde hoş bir sıcaklık oluşacak. Böylece Allah’ın yardımıyla yüreğinde duanın kendiliğinden faaliyet göstermesini sağlayacaksın. Dua ettiğin zaman aklına üşüşecek her türlü hayale ve düşünceye karşı dikkatli ol. Her türlü hayali kafandan atmaya çalış. Kilise Babaları dua ederken yanılgıya düşmemek için aklımızı her türlü şekilden arındırmamız gerektiğini belirtiyorlar.
Beni dikkatle dinlemiş olan kör adam kendisine söylemiş olduklarımı şevkle uygulamaya koyuldu. Geceleri de durduğumuz herhangi bir yerde zamanının çoğunu bu uğraşla geçirmekteydi. Beş gün kadar sonra yüreğinde şiddetli bir sıcaklık ve sözle anlatılamaz bir mutluluk hissetti. Ayrıca Mesih İsa’ya olan sevgisini açığa çıkaran bu duayı durmadan söylemek arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Kimi zaman içinde herhangi bir nesnesi gözlemlenmeyen bir ışığın parıldadığını görüyordu.
Yüreğinin içine daldığında zaman zaman yanmakta olan yüce bir mumun parlak alevinin yüreğinden yükselmekte olduğunu ve boynundan dışarıya çıktığını ve kendisini tümüyle aydınlattığını görür gibi oluyordu sanki. Bu alevin ışığında uzaktaki nesneleri bile görebilecek duruma geliyordu. Bir defasında böyle bir şeyle karşılaştık.
Bir ormanın içinden geçiyorduk. Yol arkadaşım kendini tamamen duaya vermiş, konuşmadan yol alıyordu. Birden:
– Ne felaket! Kilise alevler içinde. Çan kulesi de çökmek üzere -dedi.
Kendisine böyle şeyler hayal etmemesini, bu gibi şeylerin ayartma olduğunu, böyle düşünceleri kafadan mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaştırmak gerektiğini, sonra on iki verst uzaklıkta bulunan bir kentte geçenleri göremeyeceğini söyledim.
Beni dinledi, sustu ve duasına devam elti. Akşama doğru kente vardık. Gerçekten yanıp kül olmuş birkaç ev ve tahta kalaslar üzerine düşmüş çan kulesinin çökmüş olduğunu gördüm. Etraftan konuşurlarken duydum ki çan kulesi çökerken hiç kimseye zarar vermemiş olmasına şaşırmışlar. Öğrendiğime göre yangın kör adamın tam bana bundan söz etmiş olduğu zamanda vuku bulmuş. Kör adam:
– Bana görünenleri hayal olarak nitelendirdin; ama görüyorsun her şey aynen benim gördüğüm gibi olmuş. Nurunu körlere, günahkârlara ve çılgınlara veren Rab Mesih İsa’ya nasıl olur da şükretmem ve onu sevmem! Yürek duasını bana öğrettiğin için sana da teşekkür ederim.
– Mesih İsa’yı sevmek konusuna gelince sev onu, şükretmeye gelince şükret ona; ama her görüntünün Tanrı esini olduğunu sanma, çünkü bu çoğu zaman doğal bir düzen içinde oluşmuş olabilir. İnsan ruhu, bulunulan yere ve maddeye tamamen bağlanmış değildir. İnsan ruhu zifiri karanlıkta, yakındakiler kadar uzakta olanları da görebilir. Ne var ki bizler ruhumuzun bu yeteneğini geliştirmemişiz; tersine semiz vücudumuzla ya da darmadağınık varlığımızla, karmakarışık düşüncelerimizle ruhumuza soluk aldırmıyor ve onu baskı altında tutuyoruz. Dikkatimizi kendi üzerimize verdiğimizde, çevremizde bulunan her şeyden kendimizi soyutladığımızda ve aklımızı bilediğimizde, işte ancak o zaman ruh kendine tamamen gelip bütün gücünü kullanacak şekilde hareket edebilir. Bu da doğal bir harekettir. Benim merhum staretsin dediğine göre, kendilerini duaya vermemiş kimseler bile, örneğin sakatlar ya da özel yetenekleri olan kimseler, karanlık bir odadayken nesnelerden ışık çıktığını görebilir, kendi ikilemlerinin varlığını hissedebilir ve başkalarının düşüncelerini okuyabilirler. Oysa yürek duası sırasında Tanrı nurunun dolaysız etkileri sözle anlatılamayacak kadar hoştur. Maddesel olan bir şeyle kıyaslamak olanak dışıdır; nurun yürekte uyandırdığı duygularla kıyasladığımızda cismanî duygular çok yavan kalır.
Kör arkadaşım beni pür dikkat dinledi ve daha da alçakgönüllü oldu. Dua yüreğinde durmadan gelişiyor ve arkadaşımı son derece mutlu kılıyordu. Bu duruma son derece sevindim ve Rabbe beni böylesine dindar biriyle karşılaştırdığı için şükrettim.
Sonunda Tobolsk’a ulaştık. Yol arkadaşımı yoksullar evine bıraktım. Birbirimizle kucaklaşarak vedalaştık. Sonra yeniden bir başıma yola düzüldüm.
Bir ay boyunca ağır ağır yol aldım ve hayatta karşılaşılan gerçek olayların ne kadar yararlı ve eğitici olduğunu düşündüm. Philokalia’yı sık sık okuyarak kör arkadaşıma söylediklerimin doğruluğunu araştırıyordum. Onun örnek davranışı Rabbe olan sevgimi, bağlılığımı ve şevkimi alevlendirmişti. Yürek duası beni öylesine mutlu kılıyordu ki cennette tadılacak mutluluğun bu duyduğum mutluluktan nasıl daha büyük olacağını düşünüp duruyordum. Bu mutluluk ruhumu yalnız aydınlatmakla kalmıyor dış dünyada bana hayranlık verici bir görünümde gözüküyordu. Her şey beni Tanrı’yı sevmeye ve O’nu yüceltmeye davet ediyordu. İnsanlar, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar, her şey bana yakın geliyordu. Her yerde Mesih İsa’nın adının imgesini buluyordum. Kimi zaman kendimi öylesine hafiflemiş hissediyordum ki sanki bir vücudum yokmuş da havada yüzüyormuşum gibi geliyordu bana. Kimi zaman da tamamen kendi içime dönüyordum. Kendi içimi açık seçik görüyor, insan vücudunun o şahane yapısına hayranlık duyuyordum. Kimi zaman sanki bir kral oluvermişim gibi büyük bir sevinç duyuyor ve bütün bu avuntular içinde iken ruhlar aleminde secdeye varıp şükranlarımı belirtmek amacıyla Allah’ın canımı mümkün olan en kısa zamanda almasını diliyordum.
Kuşku yok ki, bu duygulara gereğinden çok önem verdim. Kim bilir böyle olmasını belki Tanrı istedi. Ne var ki bir süre sonra yüreğimde bir çeşit korku ve sarsılma hissettim. “Kilisede İsa duasını öğretmiş olduğum o kız yüzünden çektiklerime benzer yeni bir çile ya da aksilikle karşılaşacağım galiba” diye düşündüm. Düşünceler bulutlar gibi kafama üşüştüler, o sıra Karpathoslu Johannes şu sözlerini anımsadım: “Yol gösteren kimse kimi zaman tinsel bakımdan yardımcı olduğu kimseler için şerefsizlikle suçlanabilir, çile ve ayartmalara katlanmak zorunda kalabilir.” Uzun süre bu gibi düşüncelerle boğuştuktan sonra kendimi duaya verdim, böylelikle düşüncelerden kurtuldum. Kendimi daha güçlenmiş hissettim ve kendi kendime şöyle dedim: “Allah’ın iradesi neyse öyle olsun! Duygusuzluğumun ve gururumun kefaretini ödemek için Mesih İsa’nın göndereceği her türlü çileye katlanmaya hazırım! İçsel duanın sırrını açıkladığım kimseler zaten benimle karşılaşmadan önce Tanrı tarafından gizemli bir biçimde bu duruma hazırlanmışlardı. Bu düşünce beni tamamen yatıştırdı, daha mutlu, daha sevinç içinde dua ederek yürümeye devam ettim. Yağmur iki gün durmadan yağdı, yerler çamur ve su birikintileriyle kaplıydı. Yürümekte zorluk çekiyordum. Stepi geçerken çevrede on beş verstlik uzaklığa kadar olan kısımda tek bir köye bile rastlamadım. Ancak akşama doğru yol kenarında bir hana rastladım. Geceyi geçirebilecek ve dinlenebileceğim bir yer bulduğuma sevindim. Yarına ne olacağını Allah bilirdi; hava belki düzelirdi.
Hana yaklaşırken üzerine asker paltosu geçirmiş yaşlı bir adam gördüm. Kumlu avlunun önünde yığılmış bir tümseğin üzerine oturmuştu. İçkili bir hali vardı. Önünde eğildim ve:
– Geceyi handa geçirmek için acaba kime başvurmalıyım – diye sordum. Yaşlı adam:
– Seni içeriye benden başka kim bırakabilir ki. Buranın şefi benim! Burası posta istasyonu, bekçisi de benim – diyerek bağırdı.
– Geceyi burada geçirmeme izin verir misiniz?
– Pasaportun var mı? Kimliğini ver bakalım!
Pasaportumu adama uzattım; pasaportu elinde tuttuğu halde bana:
– Hani pasaportun? – diye yeniden sordu.
– Elinizde tutuyorsunuz ya.
– Peki, öyleyse, haydi içeri girelim.
Posta bekçisi gözüne gözlüklerini yerleştirdikten sonra pasaportuma göz attı:
– Her şeyin tamam. Geceyi burada geçirebilirsin. Ben iyi bir insanım. Sana bir kadeh içki de ikram edeceğim.
– Ben içki içmem.
– Zararı yok. Şu halde akşam yemeğini bizle yersin.
Sofraya aşçı kadınla birlikte oturdu. Ben de onlarla birlikte oturdum. Aşçı genç bir kadındı. Onun da epey içmiş olduğu halinden belliydi.
Yemek boyunca tartışıp durdular. Birbirlerine hakaretler yağdırdılar. Tartışma en sonunda gerçek bir kavgaya dönüştü. Posta bekçisi sahanlıktaki odasına yatmaya gitti. Aşçı kadın kalarak etrafı temizledi, kap kaşığı yıkadı, bunları yaparken de yaşlı adama verip veriştirdi.
Yerimde bir süre daha oturduktan sonra baktım ki kadını yatışacağı yok, kendisine:
– Acaba nerede yatabilirim? Epey yorgunum da – diye sordum.
– Şimdi sana bir yatak hazırlarım.
Ön yandaki pencerenin altındaki sıraya bir sıra daha yerleştirdi ve üzerine keçeden bir örtü örttü; baş kısmına da bir yastık yerleştiriverdi. Uzandım ve gözlerimi kapatarak uyur gibi yaptım. Kadın uzunca bir süre odada oradan oraya giderek patırtı edip durdu, sonunda evi temizlemeyi bitirdi, ışığı söndürdü, sonra bana sokuldu. Birden evin cephe tarafındaki köşede bulunan pencere korkunç bir gürültü ile yıkıldı. Çerçeve, camlar, kasalar hepsi parçalanıp odaya savruldu. Bütün kulübe sarsılmıştı. Aynı anda dışardan da iniltiler, bağırtılar ve kavga sesleri geldi. Kadın dehşete kapılmıştı. Kendini odanın ortasına attı ve orada yığılıp kaldı. Altımda yerin yarıldığını sandım. Kendimi korkuyla yere attım. Birden iki sürücünün izbaya kan içinde kalmış birini taşıdıklarını gördüm. Adamın yüzü kandan görünmez hale gelmişti. Bu manzara karşısında daha da dehşete kapıldım. Atlarını değiştirmek üzere burada durmak isteyen bir kuryeydi gelen. Sürücü avluya girerken dönemeci hatalı almış ve arabanın oku pencereye girmişti. Araba izbanın önündeki çukura girerek devrilmiş, kurye de arabadan uçarak yüzünü yığılı toprakta bulunan ucu sivri bir kazığa çarparak yaralamıştı. Kurye yarasını silmek için su ve biraz alkol istedi. Yarasını alkolle hafifçe ıslattı sonra bir kadeh içip:
– Haydi, yola – diye bağırdı. Kuryeye yaklaşarak:
– Böyle yaralı halde nasıl yola çıkacaksınız? – diye sordum.
– Bir kuryenin hasta olmaya vakti yoktur – dedi ve çıktı. Sürücüler yerdeki kadını sobanın köşesine kadar sürükleyip üzerine bir hasır örterken:
– Korkudan olacak, galiba aklını oynattı – dediler.
Posta bekçisi bir tek atarak yeniden yatmaya gitti. Tek başıma kaldım.
Aradan bir süre geçtikten sonra kadın kalktı, uyurgezer gibi odanın bir ucundan öteki ucuna gidip gelmeye başladı, sonunda evden dışarıya çıktı. Bense dua ettim, kendimi oldukça bitkin hissediyordum. Şafak sönerken biraz uyumuştum.
Sabahleyin posta bekçisine veda ettim. Yolda, beni bir felaketten koruduğu için her türlü avuntunun kaynağı göklerdeki Baba’ya inançla, güvenle şükrettim.
Bu olaydan altı yıl sonra bir kadın manastırının yanından geçerken kiliseye dua etmeye girdim. Konuksever başrahibe ayinden sonra beni çay içmeye davet etti. Tam o sırada beklenmedik ziyaretçilerin geldiğini haber verdiler. Rahibe de onları karşılamaya gitti, beni, kendisine hizmet etmekle görevli rahibelerin yanında bıraktı. Alçakgönüllü bir tavırla çay koyan rahibelerden biri dikkatimi çekti. Kendisine:
– Uzun zamandır mı bu manastırda bulunuyorsunuz – diye sordum.
– Beş yıl oluyor. Beni buraya getirdiklerinde aklım başımda değildi. Allah bana acıdı. Başrahibe beni burada alıkoydu ve manastıra kabul etti.
– Aklınızı nasıl oldu da kaybettiniz – diye sordum.
– Korkudan. Bir posta istasyonunda çalışıyordum. Bir gece atlar pencereyi yıktılar. Ben de dehşete kapılarak aklımı oynattım. İyileşebilmem için ailem beni bir yıl süresince kutsal yerlere taşıdı durdu. Ancak burada iyileşebildim.
Bu sözleri işitince içim sevinçten titredi ve her şeyi bizim yararımıza çeviren Allah’ın bilgeliğine şükrettim. Tinsel rehberime dönerek:
– Başka bir sürü olayla daha karşılaştım. Hepsini sırayla anlatmaya kalksam üç günde bitiremem. İsterseniz başımdan geçen bir olayı daha anlatayım – dedim.
Açık bir yaz günü yolum bir mezarlığa düştü; daha doğrusu bir papazlık bölgesine, yani bir kilise ve kilisede hizmet görenlerin kaldıkları evlerle bir mezarlıktan oluşan bir bölgeye. Çanlar ayin için çalıyordu. Ayine tam vaktinde yetişmek üzere adımlarımı sıklaştırdım. Çevre sakinleri de kiliseye gitmekteydiler; ama kiliseye girecekleri yerde çimenlerin üzerine çöküp oturdular. Acele ettiğimi görünce, boşuna acele etme, ayin başlayıncaya kadar kilisede uzun süre ayakta durmak zorunda kalacaksın. Bu kilisede ayin çok uzun sürer. Papazımız hastadır; aynı zamanda çok ağır bir adamdır. Gerçekten de ayin uzadıkça uzadı. Papaz genç, pek zayıf ve solgun benizliydi. Üstelik ayini çok yavaş, ama son derece dindarca ve sevgiyle yapıyordu. Ayin sonunda Tanrı’yı sevme çareleri konusunda çok güzel bir vaaz verdi.
Papaz beni yemeğe davet etti. Sofrada kendisine:
– Peder, ayini çok dindarca ama gereğinden daha yavaş yapıyorsunuz, neden? – diye sordum.
– Haklısın, bu davranışım cemaatimin hiç hoşuna gitmiyor. Homurdanıp duruyorlar. Ne yazık ki elimden başka türlü davranmak gelmez; çünkü söylediğim her sözü söylemeden önce tartmayı ve düşünmeyi seviyorum. İçsel duygudan yoksun olarak söylenmiş sözlerin ne kendimiz için ne de başkaları için bir değeri yoktur sanıyorum. Her şey içsel yaşama ve dikkatle söylenmiş duaya bağlıdır! Aslında içsel faaliyetle öylesine az uğraşılıyor ki! Bu da insanların içsel ve ruhsal bakımdan aydınlanmaya yeteri kadar önem vermemelerinden ve bu konuda bir şeyler bilmek istememelerinden kaynaklanıyor – dedi.
Bunun üzerine kendisine:
– Ama bu dediğinize nasıl erişmeli? Bu çok zor bir şey! – dedim.
– Hiç de değil. Ruhsal aydınlanmaya kavuşmak ve içe dönük bir insan olabilmek için Kutsal Kitaptan gelişi güzel bir metin ele alıp onun üzerinde dikkatini mümkün olduğu kadar uzun süre toplamak yeter. Aklı işte bu şekilde aydınlığa kavuşturabiliriz. Dua etmek için de aynı şekilde davranmak gerekir. Duanın temiz, doğru ve iç açıcı olmasını istiyorsan, kısa ama güçlü sözcüklerden oluşan bir dua seçmeli ve onu uzunca bir zaman sık sık tekrar etmelisin. Ancak böyle davranırsan duadan zevk alabilirsin.
Papazın eğitici sözleri çok hoşuma gitmişti, çünkü basit ve pratik olduğu kadar derin ve usa yatkındılar. Yoluma gerçek bir papaz çıkardığı için Allah’a şükrettim.
Yemekten sonra papaz bana:
– Git biraz dinlen, ben de bu arada Tanrı’nın sözünü okuyup yarın söyleyeceğim vaaza hazırlanayım. Mutfağa gittim. Köşede iki büklüm oturmuş ve öksürmekte olan yaşlı aşçı kadından başkası yoktu. Pencerenin yanına iliştim, heybemden Philokalia’mı çıkardım ve alçak sesle okumaya başladım. Bir süre sonra köşede duran yaşlı kadının ara vermeden İsa duasını okumakta olduğunu fark ettim. Rabbin kutsal adının böyle yakarıldığını duymaktan mutluluk duydum. Kadına:
– Böyle devamlı dua etmen ne kadar iyi hemşire! Bir Hıristiyan’ın yapacağı en iyi şeyi yapıyorsun! – dedim.
– Evet pederim! Son günlerimde “Rab beni bağışla” demek tek mutluluğum benim.
– Uzun süredir mi böyle dua ediyorsun, hemşire?
– Gençliğimden beri peder. Bunu yapmadan yaşayamam. İsa duası beni hem ölümden hem de felaketten kurtardı.
– Nasıl oldu? Ne olur anlat Allah’ın şanı ve hayırlı İsa duasının şerefi için anlat.
Philokalia’mı heybeme koyup kadının yanına oturdum. Öyküsünü anlatmaya başladı: Gençken güzel bir kızdım; ailem beni bir adamla nişanladı. Düğünden bir gün önceydi. Nişanlım bize gelmek üzereyken on adım ötemizde ayağı takılıp düştü ve öldü! Bu olay beni son derece etkiledi. Bir daha hiç evlenmemeye, kutsal yerleri ziyaret ederek dua etmeye karar verdim. Ama yine de bir genç kız olarak tek başıma yollara düşersem kötü insanların saldırılarına uğrarım diye korkuyordum. Uzunca bir süre başıboş bir ömür süren tanıdık bir yaşlı kadın bana yolda iken durmadan İsa duasını söylemem gerektiğini ve bu duayı yakardığım sürece yolda bu duanın beni her türlü tehlikeden koruyacağını söyledi ve beni buna inandırdı. En ücra köşelerdeki kutsal yerleri ziyarete gitmiş olduğum halde şimdiye kadar başıma kötü bir şey gelmedi. Ailem yol için bana para da verdi. Yaşlanınca hastalandım. Allah’tan buradaki papaz beni yanına aldı. Bana bakıyor. İyiliksever biridir.
Bu anlatıyı büyük bir zevkle dinledim ve bir günün içinde böylesine yapıcı örnekler gösterdiği için Allah’a nasıl şükredeceğimi bilemedim. Daha sonra bu dindar ve iyi yürekli papazdan beni kutsamasını istedim. Sonra sevinç içinde yoluma devam ettim. Çok olmadı. Buraya gelmeden önce Kazan eyaletinden geçtim. Orada iken, tinsel iyiliklere ulaşmanın en güvenilir ve en çabuk yolunun, İsa duasını bilinçsiz bir biçimde uygulayanlar için bile İsa duasını söylemek olduğunu etkilerinden öğrendim.
Bir akşam bir Tatar köyünde konaklamak zorunda kaldım. Köy yoluna girdiğimde bir evin önünde sürücüsü Rus olan bir araba gördüm. Atlar koşumdan çıkarılmış arabanın yanı başında yemlerini yemekle meşguldüler. En azından Hıristiyan olan kimselerle karşılaşmak umudu ile bu eve yatacak bir yer istemek amacıyla gittim. Sürücünün yanına yaklaşıp arabanın kime ait olduğunu sordum.
– Kazan’dan Kırım’a gitmekte olan bir beyin – diye yanıtladı beni. Sürücü ile konuşurken, arabanın kapısının deri perdesini aralayan bey beni şöyle bir süzdü, sonra bana şöyle dedi:
– Ben de geceyi burada geçirmek istiyorum. Çok pis olduklarından Tatarların evine girmek istemiyorum. Onun için arabada uyumaya karar verdim.
Daha sonra bey yürümek için arabadan indi, güzel bir akşam vaktiydi, birlikte konuşmaya daldık. Bana birçok şeylerden söz etti; kendisiyle ilgili de şunları söyledi: Altmış beş yaşıma kadar donanmada kaptanlık yaptım. Yaşlanınca gut hastalığına yakalandım. Emekliye ayrılıp eşimin geliriyle Kırım’da yaşamaya başladım. Devamlı hasta haldeydim. Karım davetler vermekten kâğıt oynamaktan hoşlanıyordu. Hasta biriyle oturmaktan gına getirmiş olacak ki kalkıp bir devlet memuru ile evli durumda olan kızımızın yanına, Kazan’a gitti. Her şeyi de beraberinde götürdü, hatta hizmetçileri bile, bana da hizmet etsin diye sekiz yaşındaki vaftiz evladımı bıraktı.
Bir başıma böyle üç yıl geçirdim. Yumurcak çok becerikliydi. Odayı düzenliyor, sobayı yakıyor, bulgur çorbamı pişiriyor, semaveri koyuyordu. Ama bazen de çok kabalaşıyor, haylaz bir çocuk olup çıkıyordu. Koşuyor, bağırıyor, oyun oynuyor, tepiniyor ve beni son derece rahatsız ediyordu. Canım sıkıldığından ve hastalığım yüzünden dinsel kitaplar okumayı sevmeye başlamıştım. Gregorios Palamas’ın İsa duası üzerine şahane bir kitabım vardı. Kitabı bir solukta okumuş, biraz da dua etmeye başlamıştım. Yumurcağın yaptığı gürültü patırtı beni son derece rahatsız ediyordu. Ne kadar sert davrandımsa, cezalandırdımsa da pek yararı olmadı. Sonunda bir çare buldum. Bir sıraya çocuğu oturtup İsa duasını devamlı tekrar etmeye zorladım. Başta, çocuğun hoşuna gitmedi, söylememek için uslu durmayı yeğ tuttu. Söylediğimi yapması için elime bir sopa aldım. Duayı söylediği zaman sakince okuyabiliyor ya da onu dinliyordum. Sustuğu zaman sopayı göstererek sallıyordum. Korkudan yeniden dua etmeye başlıyordu. Bu durumdan çok memnundum; çünkü evimize sonunda huzur gelmişti. Aradan bir süre geçince baktım sopaya gerek kalmamış. Söylediklerimi zevkle ve isteyerek yerine getiriyordu. Daha sonra huyu da değişti; sessiz sakin biri oldu. Ev işleriyle daha iyi uğraşmaya başladı. Bu durumdan memnun kalıp kendisine daha çok serbestlik tanıdım. Sonuçta ne mi oldu? İsa duasını söylemeye öylesine alıştı ki artık benim zorlamama gerek kalmadan duayı durmadan tekrar ediyordu. Kendisiyle bu konu üzerinde konuştuğumuzda bana dua söylemek için içinde dayanılmaz bir istek duyduğunu söyledi.
– Ne hissediyorsun? – diye sordum.
– Özel hiçbir şey. Dua söylediğim zaman kendimi daha iyi hissediyorum.
– Nasıl daha iyi?
– Bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.
– Kendini daha neşeli mi hissediyorsun?
– Evet, kendimi neşeli hissediyorum.
Kırım savaşı patlak verdiğinde on iki yaşlarındaydı. Kazan’daki kızımın yanına gittim, onu da yanımda götürdüm. Onu orada öteki hizmetçilerle birlikte mutfağa yerleştirdik. Hizmetçiler zamanlarını kendi aralarında eğlenerek geçiriyorlardı. Onunla alay ederek dua etmesine engel oluyorlardı. Bu da çocuğun kendisini mutsuz hissetmesine neden oluyordu. Üç ay sonra yanıma gelip bana:
– Ben eve gidiyorum; buradaki gürültülü hayata daha fazla dayanamayacağım – dedi.
– O kadar uzağa, üstelik kış ortasında nasıl gideceksin? Biraz bekle, birlikte gideriz – dedim.
Ertesi gün çocuk ortadan kayboldu. Onu her tarafta araştırdım ama bulmak mümkün olmadı. Sonunda, güzel bir günde Kırım’dan bir mektup aldım. Oradaki evin bekçileri bana Paskalya’dan sonraki gün olan dört nisanda çocuğu boş duran evde bulmuşlar. Odamda yere uzanmış, elleri göğsünde kavuşup, kasketini başının altında bir vaziyetteymiş. Üzerinde de evden kaçarken üstünde taşıdığı ceketi varmış.
Onu bahçeye gömdüler. Çocuğun oraya ne kadar çabuk gitmiş olduğunu düşündüm ve hayrete düştüm. Evden kaçtığında Şubat’ın 26’sıydı, onu bulduklarında ise 4 Nisan’dı. Bir ayda üç bin verstlik yolu kat etmek! İnsan atla bile o kadar yolu ancak gider. Günde ortalama yüz verst eder. Üstelik beş parasız, pasaportu olmadan ve incecik giysilerle. Diyelim ki yolda arabaya bindi. Bu da herhalde Tanrı’nın izni olmadan olmazdı. Beyefendi sözlerini bitirirken:
– İşte böyle benim küçük hizmetçim duanın meyvesini tadabildi, ben ise ömrümün sonuna yaklaştığım halde bile henüz onun ulaştığı dereceye ulaşmış değilim – dedi.
Bunun üzerine Beyefendiye:
– Okumuş olduğunuz aziz Gregorius Palamas’ın o şahane kitabını biliyorum. Ama orada özellikle sesli dua konusu inceleniyor. Siz asıl şu kitabı okumalısınız. Burada İsa duasının hem akılda hem yürekte nasıl söylendiğinin tam açıklamasını bulacaksınız – dedim.
Bu sözleri ederken Philokalia’yı de kendisine uzattım. Tavsiyeme memnuniyetle uyacağını ve bu kitaptan temin edeceğini belirtti. Şöyle düşündüm:
– Allah’ım! Tanrı gücünün şahane etkileri bu dua sayesinde ortaya çıkmakta! Bu anlatı ne kadar anlamlı ve eğitici nitelikte. Sopa çocuğa dua etmesini sağladı, aynı zamanda mutluluk verdi. Dua ederken karşılaştığımız üzüntüler, felaketler Allah’ın sopaları değil mi! Allah Baba’nın eli bize sopayı gösterdiği zaman korkmak niye? Allah Baba bizi sonsuz sevgiyle sever. Bu sopalar ise daha canla başla dua etmemizi sağlar ve bizi sözle anlatılamaz sevinçlere götürürler.
Bu anlatılardan sonra tinsel rehberime:
– Tanrı adına bağışlayın beni. Çok gevezelik ettim. Kilise Babaları derler ki “Konuşma tinsel alanda bile yapılsa eğer uzarsa boş konuşma niteliğine bürünür.” Kudüs’e kadar bana arkadaşlık edecek kişiyi gidip bulmam gerekiyor. Zavallı bir günahkâr olan benim için dua edin ki Allah bağışlayıcılığıyla yolculuğumun iyi geçmesini sağlasın – dedim.
Peder de şöyle dedi:
– Ey İsa’nın sevgili kardeşi! Ben de, bütün kalbimle aynı şeyi diliyorum. Tanrı’nın nuru yolunu aydınlatsın, Rafael Melek, Tobi’yle nasıl birlikte yol almışsa Tanrı da seninle birlikte yürüsün!
http://www.meryemana.net/books/bir-rus-gezgincinin-anilari
Bir Rus Gezgincinin Anıları