Uludağ’da din hayatı
Uludağ’ın Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine gelinceye kadar Brusa’ya bakan ve genişliği her gün biraz daha artan keleş tepelerin ve tarlaların yerinde kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki Cumhuriyet köşkünün üst taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst taraflarda havlucu esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane ormanları sola doğru ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli kızık ve Hamamlı kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Brusa’ dan dağa bakanlar gördüklerine doyamazlardı.
Dağın şimal yakasını baştanbaşa kaplayan yüksek kestane ve gürgen ormanlarının gölgelediği bu yerler yer yer akan derelerle sulanırdı. Nilüfer nehri ile Deliçay arasındaki sık ormanlar bu iki nehirden başka cilimboz deresi, Büyükbalıklı deresi, Küçük Balıklı deresi, Akçe dere, Çayırlı dere gibi birçok akarsularla sulandığından yeşilliğini daima muhafaza ederdi. Bunlardan başka yine o alanda, bu gün ormanlar kesildiğinden dolayı çoğu kuruyan su kaynakları vardı ve Uludağ’ın manastırları işte bu alanda, Nilüfer ile Deliçay arasında ki dağ parçasında idi. Sulak, gölgeli, yeşil vadilerin sükûnet ve tenhalığı içinde birçok tapınak sıralanmıştı. Bunların sayısı yüze kadar çıkıyordu.
Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’ larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur.
Uludağ mabetleri birer manastır halinde idi. Bunların etrafında ayrı ayrı birkaç hücre sıralanırdı. Bunlara zaviye derlerdi, her zaviyede en çok on iki kişi bulunurdu. Bu yamaklar ya papazlar tarafından Allah’ın nuruna ve hidayetine kavuşturulmak üzere dışarıdan getiriliyor yahut din hayatına karşı yüreklerinde kapılma duygusu duyarak kendi kendine gelen gönüllülerden ibaretti.
Manastırlardan ve civarlarından uzak yerlerde de ayrı yalnızlık yerleri vardı. Bunlar ya bir yaylanın köşesinde kurulmuşlar idi yahut da bir in, taşlar arasında bulunan bir mağara bazen da bir bina taslağı, bir kulübe halinde bulunurdu. Bunlarda yaşayanlar tam manasıyla münzevi hayatı geçirirlerdi ve bütün insanlardan uzak yaşarlardı.
Bu manastırlardan bu gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile kaybolmuştur. Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercümei halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap olmuşlardır.
Keşişler, insanların hırslı, dedikodulu yaşayışları arasından ayrılıp Allah ile baş başa kalmak için dağlara çıktıkları halde, din adına ortaya çıkan birçok hadiselerle karşılaşmışlardır. Bunun neticesi olarak mabetleri de birçok defalar yakılmış, yıkılmış tekrar yapılmıştır. Bütün bunlar oralarda mabet diye ehemmiyetli binaların yapılmadığı sanisini uyandırır ki zamanımıza kadar ayakta duramamalarının bir sebebi de bu olsa gerektir.
Uludağ manastırları ilk tokadı 8. yy. başlangıcında yemiştir. Oralarda yaşayan zöhd ve takva yiğitleri bir ada layık olmak için o zamanlarda Bizansta çıkan ihtilallerde mücahit rolü oynamak istemişlerdir. Putları kıran, aziz resimlerini yırtan, yakan bu ihtilal ara sıra söner gibi oldu ise de tekrar ve daha büyük bir şiddetle kendini göstererek 116 yıl devam etmiştir.
716–741 yılları arasında Bizans İmparatoru olan Leon Lizoryen İstanbul’a kadar gelen bir arap dalgasını savuşturduktan sonra Allah’a daha ziyade yaranmak ve kulların Allah’a karşı ibadetlerini daha olgunlaştırmak ve saflaştırmak düşüncesiyle (resimlere tapan) diye ad verdiği kiliseleri bu resimlerden temizlemek üzere harekete geçmişti. Kiliselerde bulunan resimler ve heykeller İsa’ya ve anasına, büyük azizlere ve din şehitlerine dairdi. Bunlar dinin timsalleri, müdafileri, kahramanları hatta şehitleri idiler. Halk dini heyecanlarını bunlardan alıyordu. Bu resim ve heykeller Allahın nihayetsiz iyiliklerini yazan, Hıristiyanlıktaki gayeleri anlatan mukaddes kitaplar gibi idi. Hâlbuki hükümdar Leon Lizoryen halkın bu temayüllerini putperestlik manasına aldı ve 726’ da bir irade neşrederek saliblerin İsaya, Meryeme ve bütün azizlere ait resim, heykel ve diğer yadigârların parçalanmasını, yakılmasını istedi. Bu irade ile çok büyük dikkat ve emek ile işlenmiş vazoların, mukaddes kitaplardaki nakışların, ziynetlerin de aynı akıbete uğratılmasını emretti ve işte Bizans tarihinde kızılca kıyamet bundan sonra koptu.
İmparator yazdığı bu emirnameyi patrik S. Germen’e imzalatmak istedi. Patrik bu arzuyu nefretle reddetti ve hatta kralın taç giyme merasimi esnasında kilisenin ananelerinde hiçbir değişiklik yapmayacağı hakkındaki ahdini de kendisine hatırlattı. İmparator Patrikle uyuşamayınca başka din adamlarına başvurdu ve onlar arasında kendi iradesine boyun eğen birçoklarını buldu.
İnanlara ancak ahirette cennet vadeden, buna mukabil bütün hayatı imtidadınca kendisine taat ve ibadet isteyen Allahın yakın adamları arasında yine o insanlara debdebe, nüfuz ve para veren imparatorun emrine bağlananlar çok oldu ve işte bu yüzden kilise aleyhine müthiş bir ayaklanma hasıl oldu.
En önce imparatorun askerleri kiliselere ve hususi evlere dalarak buldukları resimleri ve heykelleri parçaladılar, yaktılar. Bu arada Katolik ulemasının toplu bulundukları Oktony (Octogne) kütüphanesi bütün kitaplarıyla beraber yandı. Hadiseyi muhakeme eden Roma kilisesi, imparatora inkıyad eden doksan üç papazı idama mahkûm etti.
İmparatorluk makamı Konstantin Kopronim tarafından işgal edilince başlanan iş daha ziyade alevlendi. Ayasofya’ da (piskoposların ruhani meclisi) adı ile 338 kişilik bir toplanma yapıldı ve putperestlikte ayak direyen herkes aforoz edildi. Yeni imparator daha çok taraftar kazandığını bu hadise ile gösterdi. Bu toplanmada verilen karar mucibince canlılara ait resimler yerine manzara resimleri konabilirdi. Hadise olukları dolduracak derecede kan akmasına sebep oldu. Göz oyulması, burun kesilmesi, öküz siniri ile kırbaçlanmak, denize atılmak, pis bir mahbeste öldürülmek her gün yüzlerce defa tekrarlanan işlerden oldu. Bu arada Uludağ manastırlarının azizlerinden bir kaçı da kaynadı. Hatta bir papazın manastırlarının azizlerden bir kaçı da kaynadı. Hatta bir papazın ayağına ip takılarak parçalanıncaya kadar sokaklarda sürtüldü.
İmparator 6. Konstantin (778–797) zamanında artık patrikliğin sıfat ve selahiyeti kalmamıştı. İmparator Roma ile kesilen münasebeti yeniden düzeltmek lüzumu duyarak Saint Taraise’yi patrik yaptı. Ortalık yatışmıştı. Fakat bu esnada imparator büyük bir pot kırdı. Karısı Mariyi boşadı, Teodot ile evlendi ve kendi eli ile patrik sandalyesine oturttuğu Tarez’den bu izdivacın takdis edilmesini istedi. Patrik bunu şiddetle reddetti ve imparatorun yeniden evlenişini zina diye ilan etti. Fakat patriğin reddetmesine karşı büyük kilisenin vekilharcı olan rahip Josef istenilen takdis işini yaparak imparatora yardım etti. Studit manastırının başpapazı hadiseyi daha şiddetli ifadelerle dünyaya ilan etti, bunu namusu muhil buldu, yeniden kan akmaya başladı.
Aradan geçen seneler esnasında imparatorlar değişti, her imparator değiştikçe kıtal ya alevleniyor veya yatışıyordu ve nihayet tam 116 yıl sonra, imparator Teofil zamanında (829–842) son bir alev daha belirdi. Bu imparator putperestlik dediği resimleri mutlaka kaldırmağa azmetti. Eskiden müşrik ve putperest olan Roma’da kullanılan işkence aletlerini meydana çıkardı, hiç görülmemiş bir surette kan akıtmağa başladı; fakat bu imparator yaşayamadı, öldürüldü. Yerine geçen zevcesi Teodora tam bir Evrensel zihniyeti taşıyordu. Kocasının ölümünü müteakip patriklik makamına St. Methode’ u çıkardı. 116 sene, kaldırılması için kanlar akıtılan resimler kiliselerde eski yerlerine konuldu ve normal hayat devam etti.
Bu uzun hadise Uludağ manastırlarına da çok büyük tesir yaptı. Gerek bunları, gerek rahip ve vezirlerin uğradığı takibatı aşağıda (hal tercümeleri bahsinde anlatacağız)
Uludağ manastırlarının uğradığı rahatsızlık, yalnız İstanbul’da resimler aleyhine olan ayaklanma hadiselerinden ibaret kalmadı. Araplar yeni İslam dininden aldıkları heyecan ile yayılmaya başladıkları vakit buralara kadar gelmişlerdi; onlar da buralarda gördükleri isa mabetlerine hücumlar yapmışlardı ve nihayet civar, Türklerin hâkimiyeti altına geçtikten sonra bu mabetlerin hemen hepsi ortadan kalkmıştı.
Uludağ’daki azizler, sığınaklarının ardı arkası kesilmeyen ve başka başka sebeplere dayanan hücumlardan, plaçkalardan kurtulmak için manastırlarda gizli yollar tertip ettirmişlerdi. Hemen her mabedin yeraltından açılmış gizli yolları vardı. Dışarıdan yapılan bir taarruzda keşişler bu yollara dalarak selamete çıkıyorlardı. Mabetlerin arşivleri, kitapları ve kıymetli sayılan eşyası da bu gizli yerlerde saklanıyordu. Tehlike kaybolunca yerlerine dönen papazlar, manastırlar yıkılmış olsa da bu gizli yerlerde ki eşyalarını kurtarabiliyordu. Fakat bir zaman geldi ki oradan kaçanlar geri dönemediler.
Uludağ manastırları diyoruz. Bu tabirlerden, yukarıda söylediğimiz gibi Nilüfer ve Deliçay ırmakları arasında bulunan dağ parçasını kastediyoruz. Nilüfer nehrinin öte yakasında Doburca, Misi köyü, Tahtalıköyü, Demirci köyü, Yenice civarında büyük bir âlem teşkil eden manastır grubu ile Bursa’nın garbına doğru uzanan sahadaki ayrı grubu, Uludağ grubundan ayırıyoruz.
Osman Şevki Uludağ